Antrenman Bilgisi 

Bu bölümde temel antrenman bilgisi ile ilgili sık kullanılan kavramları ve bazı temel bilgileri bulacaksınız. Konu ile ilgili daha detaylı bilgileri kaynaklarımızdan alabilirsiniz. Sorularınız var ise bize e-mailimizden ulaşabilirsiniz. Bilgimiz çerçevesinde yanıtlamaya çalışırız.

1- Performans nedir ?

Bir fiziksel aktivite sırasında, o fiziksel aktivitenin gerektirdiği fizyolojik, biyomekanik ve psikolojik verime “performans” adı verilir. Bu verimin yarışma sırasında ortaya koyulabilme düzeyi de performansın düzeyi hakkında bilgi verir.

2- Performansı oluşturan öğeler nelerdir?

Performansı oluşturan öğeler Astrand ve Rodalh’a göre üç ana başlık altında toplanır. Bunlar sırasıyla şunlardır:
a-Enerji oluşumu (aerobik-anaerobik), b-Nöro-müsküler(sinir-kas) ileti, c-Psikolojik faktörler (motivasyon)

3-Performansı etkileyen faktörler nelerdir?

Performansı çeşitli faktörler etkiler. Bu faktörler öncelikle iç ve dış faktörler olmak üzere ikiye ayrılırlar.
İç faktörler veya internal (kişisel) faktörler adını verdiğimiz faktörler şunlardır:
a. Antrenman düzeyi, b. Yaş, c. Cinsiyet. d. Fiziksel uygunluk (physical fitness), e. Irksal faktörler, f. Stres düzeyi, g. Motivasyon durumu, h. Beslenme, ı. Ergonomik destekleyiciler, j. Sağlık durumu, k. İlaç kullanımı
Dış faktörler veya eksternal faktörler ise şunlardır:
a. İrtifa, b. Nem c. Sıcaklık, d. Zemini durumu
Yukarıda sıralanan faktörler durumlarına göre performansı olumlu ya da olumsuz yönde etkilerler.

4- Antrenman nedir?

Belirli bir sistem içinde hedeflenen sportif performansı elde etmek için bir program çerçevesinde, sportif performans öğelerini geliştirmeye yönelik çalışmaların tümüdür. Fizyologlar antrenmanın tanımını şöyle yapmaktadır:
Vücuda yapılan tüm yüklenmelerde fonksiyonel ve morfolojiye uygunluk, yüklenmeler sonucu organizmada bir değişikliğin meydana gelmesi ve sonuçta verim artışına neden olunma. Bir başka antrenman tanımını ise şöyle görmekteyiz:Alıştırmalar yardımı ile sporcuların fiziksel, teknik, taktik, zihinsel, psikolojik ve motorsal hazırlığıdır.

5-Antrenmanın etkileri nelerdir?

Doğru ve sistemli yapılan bir antrenman ile tüm performans öğeleri geliştirilebilinir. Antrenman enerji oluşum sistemi üzerinde olumlu etkilerde bulunur. Bu şekilde kardiyo-vasküler (kalp-damar) sistemi antrenman ile gelişerek sporcunun aerobik gücü (oksijenli-güç) aratırılır. Yorgunluğa karşı direnç artar. Nöro-müsküler (sinir-kas)ileti antrenmanla iyileştirilir. Kuvvet artırımı sağlanır. Koordinasyon, esneklik gelişir. Hareketlilik ve beceri gibi özellikler, iyileştirilir. Ayrıca sporcunun, teknik, taktik, zihinsel ve psikolojik özellikleri de gelişir. Özet olarak antrenman ile sporcuların enerji oluşum sistemleri, kuvvetleri ve motorik özellikleri geliştirilebilinir.

6- Aerobik enerji oluşumu nedir?

Organizmanın oksijenli enerji oluşum sistemidir. Burada hücre düzeyinde kan aracılığı ile gelen oksijen, enerji verici maddeleri yakar. İnsan organizması genelde aerobik yaşam (oksijenli ortamda) süren bir canlıdır. Burada solunan hava akciğerde alveolleri (hava keseleri) doldurur. Alveollerin (hava keseleri) çevresi kapiller (kılcal) damarlarla örümcek ağı gibi örülüdür. Burada kılcal damarların içindeki kanda bulunan ve eritrositlere(alyuvarlar) kırmızı rengini veren bir demiroksit bileşimi olan hemoglobin, alveollerin(hava keseleri) içindeki havada bulunan oksijenle difüzyon yolu (az yoğun ortamdan, çok yoğun ortama geçiş)ile birleşir ve oksihemoglobin yapar. Bu madde kan içinde kalbe gelir ve kalp onu hücre düzeyine kadar pompalar. Hücre düzeyine kadar pompalar. Hücre düzeyinde hemoglobin karbondioksitle birleşip, oksijeni bırakır ve tekrar kalbe gelip, kirlenmiş kanın temizlenmesini sağlar. İşte burada hücre düzeyine gelen oksijen, enerji verici maddeleri öncelikle karbonhidrat(şekerler) yakar ve aerobik yolla (oksijenli yol) enerji (atp)oluşur. 

       Beslenme

Gerek sağlıklı bir ortamda spor yapmak, gerekse yüksek sportif performansı elde etmede başarının temel unsurlarından birisi bilindiği gibi ekip çalışmasıdır. Bu ekibin bir parçası da hiç kuşkusuz beslenme uzmanıdır. Ülkemizde tam anlamı ile yerleşmese de ender olarak bu ekip bazı kulüpler de oluşturulmaya başlanmıştır. Aşağıdaki bölümde beslenme konusu ile ilgili çeşitli temel kavramlara ve pratikte karşılaşılan sorulara yanıt vermeye çalışacağız. Bu konulardaki daha detaylı bilgilere kaynaklarımızdan veya bir beslenme uzmanından ulaşabilirsiniz.

1- Dengeli beslenme nedir?

Sportif bağlamda dengeli beslenme gerek antrenman, gerekse yarışma periyodunda, sporcunun gerek duyduğu besin öğelerinin, gerek duyduğu zaman diliminde alınmasıdır. Burada denge kavramı , sporcunun antrenman ve yarışmada harcayacağı besin öğelerinin sağlıklı bir biçimde alınması ve harcanmasının ardından yerine konulmasıdır.

2- Kaç çeşit karbonhidrat vardır?

Karbonhidratlara göz attığımıza genelde iki gruba ayılır. Basit karbonhidratlar şeker, kompleksler ise nişastadır. Basit karbonhidratlar zengin yiyecekler;çay şekeri , akide şekeri meyve şekerleme ve pelteleri, karamela, lokum, marmelat, reçel, bal, pekmez, çikolata, tahin helva , kuru sebze, meyve ve pestiller. Kompleksler ise ekmek, bisküvi, kek, pasta pirinç, makarna , bulgur, buğday, irmik, şehriye, tarhana, arpa, yulaf, mısır, patates, kestane, barbunya, bezelye, börülce, iç bakla, kuru fasulye, nohut, mercimektir.

3- Kaç çeşit yağ vardır?

İnsan vücudunun enerji gereksinimi en ekonomik şekilde yağlarda sağlanır. Gerek yağda eriyen vitaminler (A, D, E, K) gerekse elzem yağ asitleri (vücudun sentezleyemediği için diyetle alınması gerekir) vücuda yağ ile alınır. Yağlar üç ana gruptadır. Bunlar, doymuş, tekli doymamış ve çoklu doymamış yağlardır Doymuş yağlar:etin yağı, krema, kaymak içyağı, margarin, yağlı süt ve ürünleridir. Tekli doymuş yağlar;zeytinyağı ve yer fıstığı yağıdır. Çoklu doymamış yağlar da;mısır pamuk, ayçiceği, soya, susam ve balık yağıdır. Bilindiği gibi doymuş yağlar kan kolesterol düzeyini yükseltip, kalp hastalıkları ile ilgili bazı riskleri artırır.

4- Proteinlerin vücuttaki görevi ve protein kaynakları

Bilindiği gibi organizmadaki hücreler sürekli bir yenilenme içersindedir. Bu noktada proteinlere büyük görev düşmektedir. Yaşam süreleri farklı olan yıpranan hücreler ölüp, yerine yenileri yapılmaktadır. Proteinler enerji sağlamanın yanı sıra asıl görevleri olan bu yapıtaşı görevlerini yerine getirir. Ayrıca besin öğelerinin kullanılmasında görev alan enzim ve hormonların yapısında da proteinler bulunur. Enfeksiyonlara karşı vücudun verdiği savaşta da proteinler yer alır. Günlük enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 10-15 ‘i proteinlerden sağlanmaktadır. Proteinler genelde bitkisel ve hayvansal kaynaklı yiyeceklerden sağlanır. Burada iyi kaliteli hayvansal kaynaklı yiyecekler;et, süt, peynir, yumurtadır. Bitkisel kaynaklı yiyecekler ise tahıl ve kuru baklagillerdir. Genel olarak proteinden zengin yiyecekler;süt, yoğurt, peynir, yumurta, kümes ve av hayvanları, balık ve deniz ürünleri, et ve ürünleri, kuru baklagiller ve yağlı tohumlardır.

ENERJİ KONUSU

1- İnsan vücudunun enerji kaynakları nelerdir?

Tüm besinlerin bileşmesinde çeşitli kimyasal moleküller bulunmaktadır. Bunlar “besin öğesi” diye adlandırılır. Ağızda başlayan sindirimin sonunda besin öğeleri parçalanır. Olaya enerji kaynakları bazında baktığımızda, insan vücudunun enerji gereksinimi üç temel besin grubunda sağlanır. Bunlar sırasıyla; karbonhidratlar, yağlar ve proteinlerdir. Genel olarak karbonhidratlar ve yağlar egzersiz sırasında temel yakıt olarak kullanılan enerji kaynaklarıdır. Proteinler organizmada yapıtaşı olarak görev yaparlar.

2- Vücutta hangi enerji kaynakları depolanır?

İnsan vücudundaki temel enerji kaynaklarından karbonhidratlar ve yağlar depo edilir. Proteinler depo edilmez. Bu yüzden gerekli olduğu kadar protein kullanılır, geriye kalanı dışarı atılır. Ayrıca, fazla olarak protein almak çeşitli sağlık sorunlarına da yol açabilir.

3- Hangi enerji kaynağı ne kadar enerji verir?

Karbonhidratlar ve proteinler gram başına yaklaşık 4 kilokalori, yağlar ise gram başına 9 kilokalori enerji verir. Genel olarak kilokalori ve kalori değerleri, ülkemizde birinin yerine kullanılan değerlerdir.

         Isınma

Bir yarışma veya antrenman öncesinde , o yarışma veya antrenmanın gerektirdiği optimum performansı gerçekleştirebilmek için yapılan fiziksel ve zihinsel etkinlikler dizisinin tümüne ISINMA adı verilir.

             II. Göktürk Devleti (Kutluk Devleti)

                                    (682-744)

   I. Göktürk devletinin parçalanıp yıkılmasıyla, Çinin egemenliğinde yaşayan Türkler, 50 yıl süren bir

 esaret dönemi yaşadılar. Bu süre içinde defalarca Çine karşı ayaklandılar. Ancak başarılı olamadılar.

 682 Yılında KUTLUK KAĞAN'ın başlattığı ayaklanma başarılı oldu. Türkler Çinlileri topraklarından atarak yeniden bağımsızlıklarına kavuştular.(682).  II. Göktürk Devleti'ne kurucusundan dolayı KUTLUK  DEVLETİ de denir.

 

 Not: Kutluk Kağan Çine karşı "Ulusal Kurtuluş Savaşına" girişerek II. Göktürk devletini kurmuştur. Bu özelliği ile Kutluk Kağan Türkiye Cumhuriyeti'ni  kuran M.Kemal Atatürk'e benzer.  

 

   II. Göktürk Devleti en parlak devrini BİLGE KAĞAN zamanında yaşamıştır. Bilge Kağan ülkeyi kardeşi KÜLTİGİN ve veziri TONYUKUK ile yönetmiştir.  Bilge Kağan'dan sonra zayıflayan Devlet; Karluk, Basmil  ve UYGUR Türkleri tarafından 744 yılında yıkılmıştır

Göktürk Devleti’nin Türk Tarihindeki Önemi:

  1)- Tarihte ilk defa Türk adıyla kurulan devlet, Göktürk Devleti'dir.

  2)- Orhun Anıtlarını dikerek (II.Göktürk zamanında) Türk tarihi ve Türk edebiyatının ilk yazılı

        kaynaklarını oluşturmuşlardır.

  3)- Milliyetçilik duygusu, Fransız ihtilalinden 1000 yıl önce Göktürkler döneminde en yüksek seviyede yaşanmıştır.

  4)- Asya Hun Devleti'nden sonra Türkleri tarihte ikinci defa tek bayrak altında toplamayı

        başarmışlardır.

                       Uygur Devleti   (Orhun uygur devleti)                                   |                                     |

                               Turfan(Doğu Türkistan)         Kansu(Sarı Uygur) Devleti

                               Uygur Devleti                

Orhun Uygur Devleti:

    Karluk ve Basmiller'le birleşerek II.  Göktürk Devletini yıkan UYGURLAR Orhun bölgesinde UYGUR DEVLETİ'ni kurdular.(745)

    Kurucuları KUTLUK BİLGE KÜL KAĞAN, merkezleri Ordubalık (Karabalsagun)'dur.

 

         Not: Kutluk Bilge Kül Kağan Türklerin şehir kuran ilk hükümdarıdır. İlk Türk şehri Ordubalıkdır.

 

   Bilge Kül Kağan'dan sonra MOYENÇUR başa geçmiş, onun döneminde Müslüman Araplar(Abbasiler) ile Çinliler arasında Talas Savaşı yaşandığından, Abbasilere yenilen Çinliler güç kaybına uğramışlardı. Bu

durumdan yararlanan Uygurlar Çinin TARIM havzasını ele geçirdiler.Moyençur'dan sonra başa BÖGÜ KAĞAN geçti.

 

 Bögü Kağan Devri: Bu devirde Uygur Türkleri ile çin arasında iyi ilişkiler kuruldu, ticaret gelişti.

Bögü Kağan Çine yardım amacıyla "Tibet Seferine" çıktı.

 

     Tibet Seferi ve Sonuçları:

          Bögü Kağan tibet seferi sırasında iki MANİ(MANİHEİZM) rahibini yanına alarak ülkesine geri

          döndü. Bu rahipler Uygur Türkleri arasında Mani dininin yayılmasına sebep oldular.  Ayrıca

          Türkler arasında Budizm'de yayılmaya başladı.

 

     Mani Dininin Özelliği: Avlanmayı, et yemeyi ve savaşmayı yasaklayan bir dindir.

 

     Mani Dininin Uygurlar üzerindeki Etkileri:

      1- Uygurlar Savaşçılıklarını kaybettiler.

      2- Yerleşik hayata geçtiler. (Türklerde ilk defa yerleşik hayata Uygurlar geçmiştir.)

      3- Yerleşik hayata geçmeleriyle Uygurlar ticaret,bilim, sanat ve edebiyat gibi bir çok alandİ  geliştiler

UYGUR DEVLETİ'NİN (ORHUN BÖLGESİ) YIKILIŞI:

    840 yılında bir başka Türk kavmi olan KIRGIZLAR Uygur Devletine son verdiler. Kırgızlar'ın  Orhun Bölgesinden kovmalarıyla Uygurlar, Kansu ve Turfan bölgelerine göç etmek zorunda kaldılar.

 

Not: Kırgızlar; Orhun Bölgesinden Uygurları kovarak,  buradaki Türk nüfusunun azalmasına sebep

        olmuşlardır.  Bu yüzden bu en eski Türk Yurdu, daha sonra Kırgızları yenen Moğolların eline geçerek

        kolayca Moğollaşmış, MOĞOLİSTAN olarak anılmıştır. ¦

 

Turfan ( Doğu Türkistan) Uygur Devleti:

  Kırgızlar tarafından kovulan Uygurların bir kısmı Turfan Bölgesi'ne gelerek, burada yeni bir devlet

kurdular. Bu devletleri de Moğollar tarafından 1207'de yıkıldı. Uygurlar günümüzde Doğu Türkistan diye anılan bu bölgede Çin'e bağlı özerk bir devlet olarak yaşamaktadır

 Kansu (Sarı Uygur) Devleti:

   Kırgızlardan kaçarak Kansu Bölgesi'ne gelen Uygurlar tarafından kurulan bu devlete Sarı Uygur Devleti de denilmektedir. 1209'da Moğolların hakimiyetine girmiştir.

 

 Uygurlarla İlgili Diğer Önemli Hususlar:

  * 18 harfli Uygur Alfabesini hazırladılar.

  * Cengiz Han'ın egemenliğine girmelerine rağmen medeniyette geliştiklerinden Moğollar'ı devlet

    teşkilatı, ticaret, bilim, sanat, alfabe gibi konularda etkilediler.

  * Moğolların Türkleşmesinde önemli bir rol oynadılar. (Özbek ve Çağatay Türkleri)

  * İlk Müslüman Türk Devleti  Karahanlılar'la savaştılar.(Sebep Uygurların Budizmi, Karahanlıların

    İslamiyeti yaymak istemeleri.)

  * Tahta harflerden MATBAA'yı oluşturdular, pamuktan KAĞIT yaptılar.

  * Uygurlar Yerleşik hayata geçen ilk Türk topluluğudur.

 

            Diğer Türk Devletleri Ve Toplulukları

 

 1)- İskitler (Sakalar): MÖ. VII. yüzyılda batıya doğru göç ederek Karadeniz'in kuzeyinden

     Tuna nehrine  kadar uzanan topraklara yerleştiler. Batı kaynakları bu topluluğa İskitler, İranlılar ise

     Sakalar adını vermişlerdir.  Medler, Persler, Asurlular ve Urartularla savaşmışlardır. Anadolu, Suriye ve  Mısır'a kadar akınlarda bulunmuşlardır. İskitlerin yönetici kesimi Türklerden meydana

     geliyordu. Yaşayış ve inanışları Türklerle aynıydı. En önemli edebiyat eserleri ALPER TUNGA

     DESTANI'dır.

 

 2)- Akhunlar (Eftalit) Devleti: Hun soyundan gelmektedirler. Afganistan'ın batısında MS.350 yıllarında kurulan bu Türk Devleti HEFTAL isimli hükümdarından dolayı EFTALİT DEVLETİ diye de anılır.

      * Akhunlar Sasani Devletinde başlayan MAZDEK İSYANI'nı bastırmakta etkili oldular.

                       MAZDEK: Sasani Devletinde yaşayan Mazdek,kadın ve servetin ortak olması durumunda her türlü  huzursuzluğun ortadan kalkacağını savunan bir kişiydi.

      * Göktürk Devleti'nin Batı Bölgelerini idare eden İSTEMİ YABGU ipek yoluna egemen olmak için, Sasanilerle ortak hareket ederek Akhun Devleti'nin yıkılmasını sağladı. Akhun Devleti'nin toprakları Sasani ve Göktürk devleti arasında paylaşıldı.

 

 3)- Başkırtlar (Başkurtlar): X. yüzyılda İtil(Volga) nehri civarında oturmakta idiler. Moğol istilası sırasında Moğol egemenliğine girdiler.

 

 4)- Sabarlar (Sibirler=Sabirler): Önceleri Hun devletinin egemenliğinde yaşayan Sibirler,

      VI. yüzyıl başlarında Avarların baskısıyla batıya göç ederek Ural dağlarının güney doğusuna yerleştiler.

      * Sasanilerle anlaşarak, Bizans'a karşı savaştılar. Anadolu'ya akınlar yaptılar.

 

   Not: Anadolu'ya ilk Türk akınları Avrupa Hunları  tarafından, ikinci akın Sibirler tarafından yapılmıştır.

      * Bugünkü SİBİRYA adı Sibir Türklerinden gelir.

      * Avarlara yenilince Hazar Türklerine karıştılar. Hazar Devletinin asıl kitlesini oluşturdular.

 

 5)- Türgeş Devleti: I. Göktürk Devletine bağlı olan Türgişler 630 yılında Göktürk devletinin yıkılmasıyla serbest kaldılar. BAGA TARKAN Türgiş Devleti'ni kurdu. Kendi adına para bastı.

     II.  Göktürk devletinin kurulmasıyla yeniden Göktürk egemenliğine girdiler.  II. Göktürklerin son dönemlerinde yeniden serbest kalan Türgişlerin başına SU-LU KAĞAN geçti. Su-lu Kağan Emevilere karşı mücadele etti.

 

    Not: Türgişler Emevi ordularını durdurarak, Orta   Asyanın Araplaşmasını önlediler. 

       766 yılında Türgiş Devletine Karluklar son verdi.

 

 6)- Karluklar: II. Göktürk Devletinin yıkılmasında Basmil ve Uygurlar'la birleşerek rol oynadılar.

     * Talas savaşında Çin'e karşı Arapları destekleyerek Orta Asyanın Çinlileşmesini ve İslamiyetin yayılmasını kolaylaştırdılar.

     * İslamiyeti kabul eden ilk Türk boylarındandırlar. (İlk boy Kıpçaklar'dır.)

     * İlk Müslüman Türk Devleti olan KARAHANLILAR'ın kurulmasında etkili oldular.

 7)- Kırgızlar:

    * 840 Yılında Ötügen'i alarak Uygur Devletine son  verdiler.

 

    Not: Kırgızlar; Orhun Bölgesinden Uygurları kovarak,  buradaki Türk nüfusunun azalmasına sebep olmuşlardır.  Bu yüzden bu en eski Türk Yurdu, daha  sonra Kırgızları yenen Moğolların eline geçerek kolayca Moğollaşacak ve MOĞOLİSTAN olarak anılacaktır.

   * 1207 yılında Cengiz Han tarafından yıkılmıştır.ngiz Han'a bağlanan ilk Türk  Kavmidir.  

   * Daha sonra Rusların egemenliğine girmişlerdir.

   * 1916'da Ruslara karşı MİLLİ İSYAN adı verilen bir ayaklanma başlatmışlar, ancak Rus Çarı tarafından ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır.

   * 1936'da Sovyetler birliğinin 15 Cumhuriyetinden biri olmuşlar, 1991'de Sovyet Rusya'nın dağılmasıyla Bağımsız KIRGIZISTAN DEVLETİ kurulmuştur. Başkenti BİŞKEK'dir.

 

 8)- Kimekler: Batı Göktürk topluluklarındandır. İrtiş ırmağı civarında yaşıyorlardı. XI. yüzyıla doğru diğer Türk topluluklarıyla kaynaşarak, yok oldular.

 

           KARADENİZ'İN KUZEYİNDE KURULAN VE AVRUPA'YA YÜRÜYEN

                              TÜRK TOPLULUK VE DEVLETLERİ

   Bunlar Avrupa Hunları, Sabirler, Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Macarlar, Peçenekler,Kumanlar(Kıpçaklar) ve Oğuzlar(Uzlar)'dır

1)- Avarlar:

     552 yılında Orta Asya'daki Avar İmparatorluğuna Göktürkler son verince, batıya doğru ilerleyerek

  Romanya'ya giren AVARLAR merkezi MACARİSTAN olan yeni devletlerini kurdular.

   * Çin kaynakları Avarlara JUAN- JUAN demektedir.

   * 619 yılında tek başına, 629 yılında da Sasanilerle ortaklaşa İstanbul'u kuşattılar.

 

                   Not: İlk defa İstanbulu kuşatan Türkler, Avarlar’dır.

 

   * Slav topluluklarının göç etmesine neden olarak, bunların doğu Avrupa ve Balkanlara inmesini

      sağladılar. Böylece Balkanların Slavlaşmasında etkili oldular.

   * 805 yılında Franklar tarafından yıkıldılar.

 

 2)- Bulgarlar:

     Batı Hunları ve Ogur Türklerinin karışmasıyla ortaya çıkan Türk topluluğuna BULGAR denir. (Bulgar kelimesi karışmak anlamındadı

                             * Karadeniz'in kuzeyinde Göktürk Devletinin yıkılmasıyla "Büyük Bulgarya Devleti" kuruldu. Ancak

      kurucusu KUBRAT'ın ölümüyle Hazarlar tarafından yıkıldı. Bulgarların bir kısmı Tuna nehri, bir

      kısmı da Volga nehri kıyılarına göç etmek zorunda kaldı

     Tuna Bulgar Devleti: Büyük Bulgarya Devleti'nin yıkılmasından sonra Tuna boylarına (Bugünkü

                          Bulgaristan) göç eden Bulgar Türkleri burada Tuna Bulgar Devletini kurdular.

                          * KURUM HAN zamanında Bizans'ı kuşattılar.  (Avarlardan sonra Bizans'ı kuşatan

                            2. türk kavmidir.)

                          * Bu bölgedeki halkın çoğu Slav olduğu için Türkler zamanla Slavlaşmaya

                            başladılar. Boris Han zamanında Hırıstiyanlığı kabul ettiler.

                          * Daha sonra ortaya çıkan bugünkü Bulgaristan Devleti Türk değil Slav

                            devletidir.

                          * Bugünkü Bulgaristan'da yaşayan Türkler, Osmanlılar zamanında balkanlara

                            yerleştirilen Türklerdir.

     Kama Bulgar Devleti: Büyük Bulgarya Devletinin yıkılmasından sonra Volga=İtil kıyılarına giden

                          Bulgarlar burada Kama Bulgar Devletini kurdular.

                          * Hükümdarları Almış Han zamanında(X. yüzyıl) müslüman oldular.

                          * 1236'da Moğolların egemenliğine girdiler. Altınordu Devletinin

                            parçalanmasıyla kurulan KAZAN HANLIĞInın esas kitlesini oluşturdular.

                            (Kama Bulgarlarına bugün KAZAN TÜRKLERİ denilir.)

 

   Not: İtil(Kama) Bulgarları benliklerini bugün de  koruyarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak 

           Tuna Bulgarları Slavlar arasında yok olup  gitmişlerdir.  Bunda İtil Bulgarlarının

           İslamiyeti, Tuna Bulgarlarının ise Hıristiyanlığı  kabul etmesinin payı büyüktür.  

 3)- Hazarlar:

       Kuzey Karadeniz ve Kafkaslar arasındaki bölgede Göktürk Devletinin yıkılmasıyla HAZAR KAĞANLIĞI kuruldu.

      * Ticarette geliştiler.

      * Hazar yöneticileri Museviliği benimsediler. Halk arasında Hırıstiyanlık ve müslümanlık  yayılmıştı.

      * Hazarlar ülkelerinde farklı dinleri içinde bulundurduklarından yüksek bir HOŞGÖRÜ vardı.

 4)- Macarlar:

   * Fin Ugor kavmi ile OGUR Türklerinin karışmasıyla MACAR kavmi ortaya çıkmıştır.

   * 896 yılında kendi adlarını verdikleri MACARİSTAN'a gelerek devletlerini kurdular.

   * X. yüzyılda Hırıstiyanlığın Katolik mezhebini benimsediler. (Bundan sonra Türklük özelliklerini   kaybetmeye başladılar.)

   * Almanların (Germenlerin) doğuya doğru yayılmasını engelleyerek, Balkan topluluklarının(Slavların)  Germenleşmesini önlediler

 5)- Peçenekler:

   * Karadeniz'in kuzeyinde Don ve Dinyesper nehirleri arasındaki bölgeye yerleştiler.

   * Kiev Prensliğini yenerek, Rusların Karadeniz'e inmelerini engellediler.

   * 1071 Malazgirt Savaşına Bizans ordusu içinde ücretli asker olarak katıldılar. Ancak Selçukluların

     kendileri gibi Türk olduklarını anlayınca Selçuklu ordusu saflarına katıldılar.

   * Edirne ve Trakya'nın Marmara kıyılarına kadar olan toprakları Bizans'tan aldılar.

   * İzmir Beyi ÇAKA BEY Peçeneklerle temas kurdu. Buna göre Çaka Bey Peçeneklerle birlik olarak Anadolu ve Rumeli'den İstanbul'u kuşatmak istiyordu. Ancak Bizans kurnaz bir politikayla, yine bir Türk topluluğu olan KUMANLAR'ı Peçenekler üzerine saldırtarak, Peçeneklerin dağılmasına sebep olmuştur.

 6)- Kumanlar (Kıpçaklar):

   * Volga'yı aşarak Avrupa'ya ve Balkanlara girmişlerdir.

   * Kıpçakların Karadeniz'in kuzeyinde hakim oldukları topraklara "KIPÇAK BOZKIRLARI" denilmektedir.

   * Macaristan'a giden Kıpçaklar ROMEN devletinin kurulmasında etkili olmuşlardır.

   * Kıpçakların Oğuz Türkleriyle yaptığı mücadeleler DEDE KORKUT HİKAYELERİ'nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

   * CODEX CUMANİCUS(Kodeks Kumanikus); Kıpçak Türk şivesi ile yazılan Latin, Fars ve Kuman dilleri üzerine yazılmış bir sözlüktür

7)- Uzlar (Oğuzlar):

   * Tarihte türk Milletinin siyasi, kültür ve medeniyet alanında en büyük rolü oynayan koludur.

   * Oğuzlara; Bizanslılar UZ, Ruslar TORKİ veya TORK, Araplar GUZ demişlerdir.

   * 24 Oğuz Boyu vardır.

   * Hazar denizinin kuzeyinden bir kolu "UZ" adı ile Avrupa ve Balkanlara göç etti.

   * Balkanlara gelen UZLAR Bizans ordusunu ve Bulgarları yendi. Ancak Peçenek akınları, soğuklar,

     salgın hastalıklar yüzünden dağılıp yok oldular.

   * Uzların bir kısmı Malazgirt Savaşı sırasında Bizans Ordusu saflarından, Selçuklu Ordusuna geçtiler.

 

KARADENİZ'İN KUZEYİNDEN AVRUPAYA YAPILAN TÜRK GÖÇLERİNİN

SONUÇLARI:

  Avrupa Hunları, Bulgar, Avar, Macar, Peçenek, Kuman ve Uz Türklerinin Avrupa'ya yaptığı göçler olumlu sonuçlar getirmedi. Bu Türkler Avrupa'daki diğer halklar arasında silinip gittiler.

  Sebepler:

    1)- Hırıstiyanlık dinine girmeleri, onları Türklük özelliklerinden ayırdı.

    2)- Anayurttan gelen göçlerle beslenemediler, bu yüzden kalabalık Slav toplulukları içinde milli benliklerini kaybederek eridiler.

   Not:Türklerin Avrupa'da kurduğu yukarda saydığımız  devletler, Avrupada sonradasiyasi ve etnik yapısını büyük        

     İlk Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet

 1)- Devlet Yönetimi

   A) Devlet: İslamiyetten önce Türkler devlete İL veya EL demişlerdir.

     Hükümdarların Ünvanları: Türkler Hükümdarlarına Şanyü,Tanhu, Hakan, Han, Yabgu, İlteber, İdi-kut,Erkin gibi ünvanlar vermişledir

     Türk Hükümdarlarının Tahta Çıkışı Tarih Boyunca Kaç Değişik Şekilde Meydana Gelmiştir?

      1- Hanedan üyeleri arasında siyasi ve askeri mücadeleyi kazanan hükümdar olarak tahta

         çıkıyordu. (En sık rastlanan durum)

      2- Hükümdarın rakipsiz aday olması(Bu durumda taht kavgası olmadan başa geçiyordu.)

      3- Seçim Usulü (Kengeş, toy veya kurultay denilen devletin ileri gelenlerinden oluşan meclisin

         toplanarak  hanedan üyelerinden birini tahta geçirmesi.

      4)-Ekber ve Erşed(En yaşlı ve Olgun) olanın başa geçmesi. (Bu yöntem III. Ahmet zamanından itibaren sadece Osmanlı Devletinde uygulanmıştır

     Kimler Türk Devletlerinde Hükümdar Olabilirdi?

      Hanedandan olan bütün erkeklerin hükümdar olma hakları vardı. (Kardeşler, kardeş çocukları, amca, amca çocukları ve diğer hanedan üyeleri.)

     Kut Anlayışı Nedir?

      Türkler devleti yönetme yetkisinin TANRI tarafından verildiğine inanıyorlardı. Tanrı tarafından verilen bu yönetme hakkına KUT diyorlardı.KUT'un kan yoluyla hükümdarın tüm erkek çocuklarına geçtiğine inanıyorlardı.

     Kut Anlayışı Türk Devletlerini Nasıl Etkilemiştir?

       Bütün hanedan üyelerinde KUT olduğundan kendine siyasi ve askeri bakımdan güvenen kişi TAHT KAVGASINA girebiliyordu. Bu durum Türk devletlerini ya iç savaş sonucu istkrarsızlığa, yada bölünmeye götürüyordu.

    Not: Türk töresinde ana-babaya  itaat esas olmasına  rağmen, hükümdar bunun dışında tutulmuştur.

            Devletin devamı için baba-oğul veya kardeşlerin  birbirleriyle mücadelesi normal karşılanmıştır.

            Çünkü bu sayede en güçlü ve en yetenekli kişi  devletin başına geçecektir. 

     İkili Yönetim(Çifte Krallık) Nedir?

       Türk Devletlerinde hükümdar yönetimi kolaylaştırmak için ülkeyi SOL(Doğu) ve SAĞ(Batı) olmak üzere ikiye ayırırdı. Ortada (Merkezde) ise asıl hükümdar bulunurdu.  Sağ ve Solda ise Hanedan üyelerinden YABGU'lar bulunurdu.

   B) Meclik ve Hükümet:  Türk Meclislerine TOY, KURULTAY veya KENGEŞ denilirdi.

       Kurultay'da devletin ana meseleleri görüşülür, hükümdarın ölümü, savaş veya milli felaketlerde kurultay toplanırdı.

        AYGUCI : Hükümet başkanı(başbakan)

        BUYRUK : Bakan

        TAMGACI: Dış siyaset işlerini yürüten görevliler

        Eski Türk Devletlerinde diğer devlet görevlileri şunlardı:

        TİGİN: Hükümdar çocukları (Tekin)

        ŞAD  : Diğer Hanedan mensupları

          Bunların dışında İnal, inanç, tarkan, bağa, tudun, çor, külüğ, apa, ataman gibi devlet görevlileri de vardı.

 2)- Toplum Yapısı:

              Türk toplumu;      Oguş  : Aile

                                           Urug   :Soy=Aileler birliği

                                           Bod(Boy) :Kabileler

                                           Budun : Millet   denilen birimlerden oluşuyordu.

       Boyların başında bulunan BEY'ler, töreye göre boyu idare ederlerdi. Boyların bir araya gelmesiyle Devlet(İL) kurulurdu.

       Türk Toplumunun Özellikleri:

                                Halk hürdü. Herkes aynı işi yaptığından(hayvancılık) aralarında kesin

                                olarak SINIF'ların ortaya çıkması imkansızdı. Yaşam biçimleri GÖÇEBE

                                olduğundan savaşta elde ettikleri  esirleri çalıştırmaya elverişli değildi.

                                Bu yüzden Türk toplumunda KÖLE sınıfı yoktu.  Din adamları

                                diğer toplumlarda olduğu gibi imtiyazlı değillerdi

 3)- Ordu:

   Türk Ordusunun başlıca özellikleri şunlardı:

    a)- Türk ordusu ücretli değildi.

    b)- Türk Ordusu daimiydi. (Kadın-erkek her an savaşa hazırdı.)

    c)- Türk Ordusunun temeli ATLI askerlerden meydana geliyordu.

   Not: Türk ordu teşkilatını ilk kuran METE HAN olmuştur. Mete Orduyu 10'luk sisteme göre

           teşkilatlandırmıştı. Onluk sistem daha sonra tüm Türk devletlerinde  kullanılmıştır.

          (Türk ordusu; Çin, Roma,Bizans, Rus  ve Moğol Ordu teşkilatı üzerinde etkili olmuştur.) 

     Türk Ordusunu Silahları: Ok, yay, kement, kılıç, kargı, süngü, kalkan vb... 

4)- Hukuk:

       Türklerde yazılı olmamakla beraber, gelişmiş bir hukuk anlayışı vardı. Bu hukuk kurallarına

       TÖRE(Türe) denilirdi.

       Hükümdarın başkanlık ettiği ve siyasi suçlara bakan yüksek mahkemeye YARGU adı verilirdi.

       YARGANLAR(Yargucu) idaresindeki mahkemeler ise adi suçlara bakarlardı.

 

5)- Din ve İnanış:

      İslam öncesi Türklerin din ve inanışlarını şu 4 grupta toplayabiliriz:

        1- Tabiat Kuvvetlerine İnanma: Dağ,ağaç, göl, kaya gibi varlıkların gizi güçlere sahip olduklarına inanırlardı.

        2- Atalar Kültü: Ölmüş büyüklere ve atalara ait hatıralar kutsal sayılır ve saygı gösterilirdi.

        3- Şamanizm: Kam veya Şaman adı verilen kişilerin, kötü veya iyi ruhlarla temas sağladıklarını inanılarak, bunların büyücülük ve sihir özelliklerine başvururlardı.  Şaman inançları Anadolu'da hala varlığını sürdürmektedir. Örneğin; Gelinlerin üzerine buğday veya para atmak, Eşikten atlamanın uğursuz kabul edilmesi, kurşun dökmek gibi...

       4- Göktanrı Dini: Türklerin İslamiyetten önceki dini Göktanrı diniydi. Bu dine göre Türkler;

           * Tek bir Tanrının evreni yarattığına ve gökte oturduğuna inanıyorlardı.

           * Öldükten sonra dirileceklerine inandıklarından, ölülerini atı,eşyaları ve silahıyla birlikte

             gömüyorlardı.

           * Cennet'e UÇMAĞ, cehenneme ise TAMU diyorlardı.

           * Mezarlara ölünün,sağlığında öldürdüğü düşman sayısı kadar BALBAL adı verilen küçük heykeller dikerlerdi. İnanışa göre, yeniden dirilecek kişi atıyla cennete gidecek, ve öldürdüğü düşmanlar sonraki yaşamında ona hizmet edeceklerdir.

          * Ölüleri için YOĞ adı verilen cenaze törenleri yapar, ve ardından yas tutarlardı.

  Türkler arasında ayrıca Maniheizm(Mani dini), Budizm, Musevilik, Hırıstiyanlık gibi dinlerde   yayılmıştı.

6)- Ekonomik Hayat:

   Göçebe bir hayat yaşayan Türkler belirli iki merkez arasında (yaylak-kışlak)

   hayatlarını sürdürürlerdi.

    * Hayvancılık temel geçim kaynağıydı. Koyun, keçi, at en çok beslenen hayvanlardı. Bunun dışında sığır, katır ve deve de yetiştirilirdi. Beslenme ve giyimde hayvan ürünlerinden yararlanır ve bunları satarak geçimlerini sağlarlardı.

    * Tarım da gelişmişti. Arpa, buğday, darı gibi tahılları yetiştiriyorlardı.

    * Savaşlarda elde edilen ganimetler ve devletlerden alınan vergiler gelir kaynaklarıydı.

    * Ticaret önemli bir gelir kaynağıydı. Türk ülkeleri İPEK YOLU üzerindeydi.

            NOT: Çin-Türk mücadelesinin temel nedeni İpek  Yoluna hakim olmaktı.

     * Ayrıca Hazar ve Bulgar ülkelerinden başlayıp, Ural, Sibirya ve Altaylar üzerinden Çin'e giden yola KÜRK YOLU deniliyordu. Türkler bu yolun üzerinde de olduklarından sanar, samur, kunduz, vaşak gibi av hayvanlarının kürklerinin ticaretini yapıyorlardı.

 

7)- Yazı, Dil ve Edebiyat:

   Türkler tarih boyunca Göktürk, Uygur, Soğd, Brahmi, Süryani, Arap, Kiril ve Latin alfabelerini kullanmışlardır.

       Göktürk (Orhun) Alfabesi: 38 harften meydana gelir. Göktürk yazısına ilk defa Orhun Nehri

                                 kıyısındaki kitabelerde rastlandığı için ORHUN ALFABESİ de denir.

       Uygur Alfabesi: 18 harften meydana gelir. Uygurlar bu alfabeyi Soğd alfabesinden yararlanarak hazırlamışlardır.

      Başlıca Türk Destanları:

       Hunların(Oğuzların)--> Oğuz Kağan Destanı

       İskitlerin (Saka)------> Alper Tunga Destanı

       Göktürklerin----------> Ergenekon Destanı

       Uygurların------------> Göç ve Türeyiş Destanları

       Kırgızların-------------> Manas Destanı

 

      Orhun Yazıtları (Göktürk Kitabeleri):

          Türklerin en eski kitabeleri VI. yüzyıla ait YENİSEY kitabeleri ile, VIII. yüzyıla ait ORHUN KİTABELERİ'dir.  Yenisey kitabeleri Kırgızlar'ın mezar taşlarına yazdıkları yazılardı.  Orhun Kitabeleri II. Göktürk Devleti zamanında Bilge Kağan, Kültigin ve vezir Tonyukuk adlarına dikilmişlerdir. YOLLUĞ TİGİN isimli bir Türk prensi tarafından yazılmışlardır. Bu yazılar 1893  yılında Danimarkalı Bilgin THOMSEN tarafından okunmuştur.

      Orhun Yazıtlarının Önemi:

        a)- Türk Tarihinin ve Türk Edebiyatının ilk yazılı belgeleri olmaları bakımından önemlidir.

        b)- Bu kitabelerden Türklerin o günkü yaşayışlarını, inançlarını öğreniyoruz. Ayrıca kitabeler  gelecekteki Türk Milleti içinde çarpıcı öğütler vermesi bakımından önemlidirler.

8)- BİLİM VE SANAT:

     * Türkler 1 yılı 365 gün 6 saat olarak hesaplayarak, 12 hayvanlı Türk Takvimini oluşturmuşlardır.

     * Uygurlar tahta harflerden matbaayı ve pamuktan kağıdı yapmışlardır.

     * Madencilikte özellikle de demircilikte ileri gitmişlerdir. (Kazakistan'ın başkenti Alma Ata

       yakınlarında bir kurgandan çıkarılan "Altın Adam Heykeli" Türk maden sanatının ne kadar

       geliştiğini gösterir.)

     * Eşya ve binalarda HAYVAN USLUBÜ denilen, hayvan figürlerini kullanmışlardır.

     * HALI Türklerin Dünya medeniyetine bir katkısıdır. (Altaylarda Pazırık Kurganı'nda bulunan halı dünyanın en eski halısıdır.

 TÜRK KÜLTÜRÜNÜN ÇEVRE KÜLTÜRLERLE MÜNASEBETLERİ:

  1)- Türklerin Çin Kültürüne Katkıları:

    a)- Askerlik alanında

    b)- Devlet Teşkilatında

    c)- At kültüründe(Atı evcilleştirmede)

    d)- Gök Tanrı inancıyla...   Çinlileri etkilemişlerdir.

  2)- Çinlilerin Türkleri Etkilediği Alanlar:

    a)- Tarım ve yerleşik kültür

    b)- Felsefe( Taoizm, Konfiçyüs ve Budizm)

    c)- Giyim ... konularında Çinliler Türkleri etkilemişlerdir.

  3)- Türklerin Moğol Kültürüne Katkıları:

     Askerlik alanında, Devlet teşkilatında , Dil ve Alfabede (Uygurca ve Uygur Alfabesini

    kullandılar.), Kımız yapmayı öğrettiler, Türk Töresi ve geleneklerinden,  Göktanrı dininden....

    etkilendiler.

Kızılderililer ve Türkler

2-4 Temmuz 1999 tarihleri arasında Denizli’de yapılan “Yedinci Türk Dünyası Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”na katılan Onayda Kızılderili kabilesi reisi ve Amerika Yerlileri Sosyal İşler Daire Başkanı M. Franklin Keel’in konuşması kurultaya katılan delegeler üzerinde derin tesirler bıraktı. Kızılderililer hakkında geniş bilgi veren Keel, Kızılderililerin (atalarının) Baykal Gölü ve Yenisey-Tuva bölgelerinden Amerika kıtasına, Alaska üzerinden göç ettiklerini ifade etti. Kızılderililer ile Türklerin DNA testlerinin aynı olduğunu ve ayrıca “Y” kromozomunun sadece yeryüzünde Türkler ile Kızılderililerde bulunduğunu söyledi. Kızılderililerin konuştukları dillerdeki kelime benzerlikleri gibi, halı, kilim ve el işlerindeki desenlerin aynı olduğunu, örf, âdet ve geleneklerde de çok büyük benzerlik olduğunu ifade etmiştir.
Kızılderililerin aslının nereden geldiğine dair 40 yıl araştırma yapan Ethel Steawert, belgelerle Kızılderililerin Türk soyundan geldiğini ispatlamıştır.

Avrupalılar Amerika kıtasına göç etmeden önce Kızılderililerin nüfusu, Avrupa kıtasının nüfusundan fazla idi.

En az 50 milyon Kızılderilinin soykırım neticesinde katledildiği kesindir. Bazı ABD’li tarihçilere göre ise, bu miktar 100 milyona yakındır.

Şu anda Kızılderililerin nüfusu 2.5 milyon olup, bu sayıyla bir nevi müzeliktirler ve soylarını koruma mücadelesi vermektedirler.

Kızılderililerin büyük bir çoğunluğu ise Uygur ve Nayman Türkleri ile diğer Türk kabileleridir.

M. Franklin Keel kurultayda yaptığı konuşmada:
“DNA testlerinde Kızılderililerin Türk asıllı olduklarının anlaşıldığını, ben Türk kurultayına katılarak ve Türkiye’de bulunmak suretiyle daha iyi hissettim. Biz Kızılderililer Türk olmaktan çok mutluyuz... Amerika’da bir çok bölgede yer isimleri Türkçe olduğuna dair bazı bilgiler vardır. Ama bu konu, derinlemesine araştırılmadı... Türk Dünyası kurultayına katılmaktan çok mutluyum. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Türkler, bu kurultayda toplanmışlardır. Kurultayı çok güzel buldum. Burada çok değişik topluluklar temsil ediliyor. Kültür alışverişinde bulunuyorlar. Kültür çok önemli bir faktör. Türk insanında tespit ettiğim en büyük hazinenin, kalblerinin zenginliği olduğunu gördüm. Dostlukların samimiyeti ve derinliği, bu samimiyet ve derinlik biz Kızılderililerde de aynen böyledir. Yakut Türkleri ile tanışma fırsatım oldu. Çok nazik ve kibar insanlardı. Tıpkı benim kuzenlerim gibi gözüküyorlardı. Benzerlikler çok fazla... Bozkurt, biz Kızılderililerde de semboldür. Hatta Kızılderililerde Bozkurt isimli kabile vardır. Eğer buraya Amerika’daki Kızılderililerden daha çok getirmek kısmet olsaydı, onlar da sizinle görüşmekten çok çok mutlu olacaklardı, tıpkı benim gibi. Gidince Türk asıllı insanlarda gördüğüm, bizimle aynı olan özellikleri kabileme anlatacağım...”

Amerika’da diğer bir Türk nüfusu da Kamçatka Yarımadası’ndan Alaska’ya göçen Saka Türkleridir. M.Ö. 1500 yıllarında Göktürk alfabesi ile yazılmış Saka Beyinin hikâyesini anlatan taş, bunu ispat etmektedir. 7. Türk kurultayına katılan delegeler Türkiye, KKTC, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan devletleri ile özerk ve federe Türk cumhuriyetleri olan Altay, Başkırdistan, Cuvaşistan, Dağıstan, Gagauz, Hakas, Balkar, Kırım, Saka, Tataristan, Tuva, Nahçıvan, Doğu Türkistan, Karaçay’dır. Ayrıca kurultaya Kafkasya, Balkanlar, Avrupa, Amerika (Meluncan ve Kızılderili) İdil-Ural, Sibirya, Ortadoğu, Afganistan’da yaşayan Türk topluluklarından temsilciler katıldı.

Suriye’de 3 milyon, Irak’ta 3 milyon ve İran’da 20 milyon Türk vardır. Kurultaya Sibirya’nın Aktulga bölgesindeki Türklerin temsilcileri de geldi.

New York Times’ın (Bilim) ekinde Amerika’ya ilk ayak basanlar haritasında, ilk gelenlerin Türkler olduğu gösterilmektedir.

Fransız dil bilimcisi Dumesnil, Kızılderili dilinde 320 Türkçe kelime

TÜRKLER İÇİN NE DEDİLER

- “Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler” (Napoleon Bonaparte - Fransız İmparatoru)

-"Türklerden bahsediyorum... Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırma, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur." (Tasso - İtalyan Şair)

-"Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz." (William Martin)

-"Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini, sosyal ve örfi faziletleri,tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık
kaynağıdır." (Lamartine-Fransız Yazar, şair ve Devlet adamı.)

-"Poltava'da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi; önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş... Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu; yine kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap, bu kadar asil, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı." (Demirbaş Şarl -İsveç Kralı (Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınmıştır)

-"Türkler ölmeyi biliyorlar, hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Burada hiç yoktan ordular kurmak ve bu orduları ölüme sürüklemek mümkün. Bu imkanlardan bol bol faydalanıyorum. Fakat, meydana getirdiğim orduları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hatıraları! Üç-dört yüzyıl önce her kudreti ve her milleti yenen Türkler, şimdi de silinmez hatıralarıyla her teşebbüsü sendeletiyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım. Bu durumda ben, Türklerin düzinelerle milleti idare etmelerindeki sırrı da anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyor fakat kazandıkları zaferleri ruhlara ve nesillere nakşedebiliyorlar." (M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan)

-"Seceat ve cesaret bakımından Türklerden üstün; büyük hedeflere ulaşmak bakımından da onlardan dirayetli hiç bir kavim yoktur. Cenab-ı Hak onları aslan sıfatında yaratmıştır." (İbn-i Hassul)

-“Türk, asillerin asilidir. yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir.”
(Pierre Loti)

-“Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası vardır. İşte Türk, bu zekasıyla zafer kazanır, uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa'nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı.” (Çarnayev(Rus Komutan)

-“Silahlı milletin en canlı örneği Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak, katibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur, keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür.”
(Moltke)

-“Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.” (La Martine)

-“Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır.” (Towsend (İngiliz Komutan)

-“Doğulu önderler, milletlerinin başından ayrılmayarak her hükümetin temeli olan şu iki kanunu hakkıyla yapıyorlar: iyi yola götürmek ve kötülüklerden korumak. Bu asil hareket Ruslardan fazla özellikle Türklerde göze çarpıyor.”
(Auguste Comte)

-“Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.” (Lady Mary Wortley Montagu)

-“Türk'ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan, Türk'ün özünü göstermektir. Bu öz, ayışığı gibi görülür fakat gösterilemez.” (Decamps (fransız ressam)

-“Türkler yaman binicidirler. Türkler hücumunda düşmanı bir yaprak gibi çevirip bozarlar.” (Câhiz (Arap Bilgini)

-“Türklerin yürekleri temizdir. Onlarda batıl fikirler, basit düşünceler yoktur.” (Semame İbn-i Eşreş (Arap Bilgini)

-“Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Fakat kazanç getirirler.” (Comenius (Çek Bilgini)

-“Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır.”
(William Pitt (İngiliz Devlet Adamı)

-“Türk, Heredot'tan, Tevrat'tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulustur. Sadelik içinde görkemi, sükunet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür.” (Ünlü Tarihçi Hammer)

-“Türkler kahramadırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.” (Comenius (Çek Bilgini)

-“Türkler muhakkak ki Avrupa tarihinin ve yakın Asya tarihinin bildiği en halis efendi millettir.” (Kayzerling)

-“Her Türk'ün bakışında silahın ruha verdiği güveni görmek mümkündür. O hayata ve olaylara güvenle bakmayı öğrenmiştir.” (Molkte)

-“Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk'ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.” (Lord Byron)

-“Türk korkmaz, korkutur. Bir şey isterse onu yapmadıkça vazgeçmez. Hangi işe el atarsa başarır.” (Semame İbn-i Eşreş)

-“Türkçeyi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk'ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşmalıdır. Tercüman, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor.” (Gelland (Fransız Bilgini)

-“Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder.” (Albert Einstein)

-“Artık Türklerle savaşmam. Onlar çok cesur ve iyi insanlar.” (Andreas Phitiades)

-“Dünyada iki bilinmeyen vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler.” (Albert Sorel)

-“Türk toplumunda kişisel nitelik ve değer dışında hiçbir şeye önem verilmez.” (Baron Büsbek)


-“On ulusun, on yiğit adamının gücü tek bir kimsede toplansa yine bir Türk'e bedel olmaz. Türklerin en çok konuştuğu şey savaştır, zaferdir. Eğlenceleri ise attır, silahtır. Türklerin doğrulukları ve namuslulukları ne kadar övülse yeridir.”
(Charles Mcfarlene)

-“Türk milleti ikibin yıldır profesyonel askerdir. Bütün Türklerin mesleği askerliktir.” (Donaldson)

-“Dünyanın hangi ordusuna sorarsanız sorun, Türk askerinin karşısında düşünmenin hiç de kolay olmadığını veya olamayacağını size söyler.” (Donaldson)

-“Türklerle dost ol ama düşman olma.” (Gianni de Michelis)

-“Dünyada, Türklerden başka hiçbir ordu bu kadar süre ayakta duramaz.” (Hamilton)

-“Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur.” (Hamilton)

-“Türkler devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf ustadır. Ülkeleri değil kıtaları altüst etmişler ve korkunç saldırışlar arasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenliklerini yaratmışlardır. Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler vardır ki uygarlık için birer süs olmaktadır.” (Hammer)

-“Çanakkale'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim.” (Sir Julien Corbet)

-“Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız. Yalnız ona iyi bir komutan gerektir.”
(Mumlan)

-“Toplumsal düzenin Türkler arasında kurmuş olduğu ilişkilerin hepsinde temiz yüreklilik ve iyi niyet hakimdir. Vatandaşların birbirlerine karşı borçlu oldukları işlemleri yapma ve yerine getirmeleri için başka ülkelerde olduğu gibi senetleşmeye yani yazılı belgeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların övülmeye değer hallerinden biri de verdikleri söze genellikle sadık kalmaları ve karşılarındakini aldatmaktan, güveni suistimal etmekten çekinmeleridir.”
(Monradgea D'ohsson)

-“Kendi ulusuna karşı bu kadar dürüst ve cömert olan müslüman Türkler hangi mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine getirirler. Bu noktada müslümanla müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler.” (Monradgea D'ohsson)

-“Türk'ü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız saldırılar ve adi iftiralar önünde Türk'ün vakur kalışı, kuşku yok ki körlerin gerçeği, eşyayı anlamadıklarını düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır. Bu soylu davranış o adi iftiralara ne açık bir cevap oluyor.” (Pierre Loti)

-“Türk'ün ahlaki seciyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle değil çevrelerinde fenalık görmemek suretiyle oluşur.”
(Thomas Thorsten)

-"Türklerin ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi eski ışığını bulacaktır."
(Feldmareşal von Moltke -Alman Genelkurmay Başkanı)

                               TÜRK BAYRAĞİ

  - Türk Bayrağı Tüzüğü'nün yürürlüğe konulması;
22 091983 tarihli ve 2893 Sayılı Kanunun 2,3,6 ve 9 neti maddelerine göre, Bakanlar Kurulunca 25.1.1985 tarihinde kararlaştırılmıştır

-29 Mayıs 1936 tarih ve 2994 sayılı Türk Bayrağ Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.

-Türk Bayrağı. Bu kanuna ekli cetvelde gösterilen şekil ve oranlarda olmak kaydıyla beyaz ay-yıldızlı albayraktır

-Bayrak ile özel bayrakların (sembolik bayrak, özel işaret. flama, flandra ve fors) standartları, hangi kumaş ve maddelerden yapılacağı tüzükte gösterilmiştir.

-Bayrak, kamu kurum ve kuruluşlarıyla yurt dışı temsilciliklerine ve kamu kuruluşlarıyla gerçek ve tüzel kişilerin deniz vasıtalarına çekilir. Yurt içinde ve yurt dışında yetkililerin araçlarına takılır.

-Bayrak çekilirken ve indirilirken tören yapılır. Bayrak törenlerinin gereken biçimde yapılmasından o mahaldeki yetkili amirler sorumludur.

-Kamu kurum ve kuruluşlarında Türk Bayrağı, sürekli çekili kalır.

-Bayrağın nerelerde daimi olarak çekilmeyeceği,hangi kapalı yerlere konulacağı, nerelere fon olarak takılacağı veya asılacağı, kamu kurum ve kuruluşlarından başka yerlerde ne zaman ve nasıl çekileceği, Türk Silahlı Kuvvetlen yüzer birliklerinde ve Türk Bandıralı ticaret gemilerinde Bayrak çekme ve indirme zamanlan ile Bayrak çekilirken ve indirilirken yapılacak törene ilişkin hususlar, tüzükte gösterilir.

-Türk Bayrağı, yas alameti olarak 10 KASIM'da yarıya çekilir. Yas alameti olmak üzere Bayrağın yarıya çekileceği diğer haller ve zamanı Başbakanlıkça ilan edilir.

-Çekilmesi ve indirilmesi esnasında veya tören geçişlerinde Bayrak, cephe alınarak selamlanır.

-Türk Bayrağı. Cumhurbaşkanlığı yapmış kişilerin,şehitlerin ve tüzükte belirlenecek asker ve srvil kişilerin cenaze törenlerinde bunların tabutlarına, açılış törenlerinde ATATÜRK heykellennde ve resmi yemin törenlerinde masalara örtülebilir.

-Türk Bayrağı, yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya layık olduğu manevi değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz. Resmi yemin törenleri dışında her ne maksatla olursa olsun, masalara, kürsülere, örtü olarak serilemez. Oturulan veya ayakla basılan yerlere konulmaz. Bu yerlere ve benzeri eşyaya Bayrağın şekli yapılamaz. Elbise veya üniforma şeklinde giyilemez

-Hiçbir siyası parti, teşekkül, dernek, vakıf ve tüzükte belirlenecek kamu kurum ve kuruluşları dışında kalar kurum ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde esas veya fon teşkil edecek şekilde kullanılamaz.

-Türk Bayrağına sözle, yazı veya hareketle veya herhangi bir şekilde hakaret edilemez, saygısızlıkta bulunulamaz. Bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz, gerekli özen gösterilmeden kullanılamaz

-Bu Kanuna ve tüzüğe aykırı fiiller yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.

-Bu Kanuna ve çıkarılacak tüzüğe aykırı olarak Bayrak yapmak, satmak ve kullanmak yasaktır. Bu yasağa aykırı olarak yapılan Bayraklar, o mahallin yetkili amirlerince toplatılır

-Bu Kanun hükümlerine aykın davranışta bulunanlar suçlan daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde Türk Ceza Kanıınu'rtun 526 ncı maddesi uyarınca cezalandırılır.

 

 

 

TÜRK BAYRAĞININ ÖLÇÜLERİ

   

G

Genişlik

   

A

Dış Ay Merkezinin Uçkurluktan mesafesi

1/2

G

B

Ayın Dış Dairesi Çapı

112

G

C

Ayın İç, Dış Merkezlen Arası

0.0635

G

U

Avın Ic Dairesinin Caoı

0.4

G

E

Yıldız Dairesinin Ayırt [ç Dairesinden Olan Mesafesi

1/3

G

F

Yıldız Dairesi Çapı

1/4

G

L

Boy

1 ½

G

M

 Uçkurluk Genişliği

1/30

G

 

Atatürk Tarafından Kendi İlkelerinin Tanımı

CUMHURİYETÇİLİK

Türk Milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur (Afet İnan-Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları sh. 352).

Türk Milleti'nin yaradılışına ve karakterine uygun idare, cumhuriyet idaresidir.
Bugünkü Hükümetimiz, doğrudan doğruya milletin kendi kendine,kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükümetidir ki, onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ve millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır.
Yönetim halk, halk yönetim demektir (Söylev ve Demeçler CİM sh.75, C.ll sh.230).

Demokrasi prensibi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun, esas olarak milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasaldır. Onun hedefi milletin idare edenler üzerindeki kontrolü sayesinde siyasal özgürlük sağlamaktır (Afet İnan-M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım sh.71, 73).

MİLLİYETÇİLİK

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz, Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluma dayanan cumhuriyette o kadar kuvvetli olur (Afet İnan-M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım sh.88).

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı,hep bir milletin evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır (M. Kemal Kop-Atatürk Diyarbakır'da sh.4).

HALKÇILIK

Halkçılık demek, devletin bütün kudret ve egemenliğinin halktan geldiğini,Türk camiası içinde, fert, aile ve sınıf ayrıcalığı bulunmadığını, kanun önünde herkesin eşit olduğunu ifade etmek demektir. Bu formül demokrasinin ifadesidir (A. Rıza Türel-İzmir Barosu Dergisi sayı 8, sh.413).

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir (Afet İnan-Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları sh.351).

Türk halkı, ırkça, dince ve kültürce ortak, birbirlerine karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu, kaderleri ve menfaatleri müşterek olan sosyal bir toplumdur (Söylev ve Demeçler C.l sh.221).

Bence, bizim Milletimiz, birbirinden çok farklı çıkarları olan ve bu itibarla birbirleriyle mücadele halinde bulunagelen çeşitli sınıflara malik değildir.
Mevcut sınıflar birbirinin tamamlayıcısı niteliğindedir (Söylev ve Demeçler C.ll sh.82).

LAİKLİK

Mensubu olmakla mutmain (tatmin) ve mes'ut bulunduğumuz İslâmiyet dinini yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere bir politika aracı durumundan kurtarmak ve yüceltmenin kesin elzem olduğu gerçeğini gözlüyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inanç ve vicdanî kanaatlerimizi, karışık ve dönek olan her türlü çıkar ve tutkusuna sahne olan politikacılardan ve politikanın bütün organlarından bir an evvel ve kesinlikle kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevî (ahretle ilgili) saadetinin emrettiği bir zorunluluktur (Söylev ve Demeçler C.l sh.330).

Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkan yoktur.

Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. (Kılıç Ali-Atatürk'ün Hususiyetleri sh.116).

• Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar (Söylev ve Demeçler C.lll sh.76).

DEVLETÇİLİK

Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik prensibi bütün üretim ve dağıtım araçlarını fertlerden alarak milleti büsbütün başka esaslar içinde düzenlemek amacını güden, özel ve kişisel ekonomik teşebbüse ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayalı kollektivizm, komünizm gibi bir sistem değildir. Özet olarak bizim güttüğümüz "devletçilik" ferdi çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi bayındırlığa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda,
devleti fiilen ilgilendirmektir.

Devletin siyasal ve düşünsel hususlarda olduğu gibi bazı iktisadi işlerde de düzenleyici rolü prensip olarak kabul edilmelidir. Buradaki güçlük; devlet ile ferdin karşılıklı faaliyet alanlarını ayırmaktır. Devletin faaliyet sınırını çizmek ve dayanacağı kuralları tespit etmek, diğer yandan da vatandaşın ferdi teşebbüs ve faaliyet özgürlüğünü kısıtlamamak, devleti yönetmekle yetkili kılınanların düşünüp tayin etmesi gereken bir meseledir.

Prensip olarak devlet, ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartlan gözönünde bulundurmalıdır. Bir de ferdin kişisel faaliyeti, ekonomik gelişmenin esas kaynağı olarak kalmalıdır. Fertlerin gelişmesine engel olmamak, onların her bakımdan olduğu gibi özellikle ekonomik alandaki özgürlük ve teşebbüsleri önünde, devletin kendi faaliyeti ile bir engel vücuda getirmemesi, demokrasi prensibinin önemli esasıdır. O halde diyebiliriz ki, ferdî teşebbüs gelişmesinin bir engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını teşkil eder. Bu bakımdan genellikle belli zaman ve alanda sürekli bir özel nitelik gösteren ekonomik bir işi, devlet üzerine alabilir (Afet İnan-M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım sh.66, 67).

İNKILÂPÇILIK

• Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi; Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlam ve biçimi ile uygar bir toplum haline getirmektir. İnkılâbımızın asıl hedefi budur. Bu gerçeği kabul etmeyen zihniyetleri darmadağın etmek zorunludur.

Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler tamamiyle kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyinlere gerçeğin ışıklarını sokmak imkansızdır (Söylev ve Demeçler CM sh.214).

Mes'ut inkılâbımızın aleyhinde düşünce ve duygu taşıyanları aydınlatıp,doğru yolu göstermek, aydınlara düşen milli görevlerin en önemlisi ve birincisidir (Söylev ve Demeçler C.ll sh.69).

Memleket davalarının ideolojisini, inkılâplarımız yönünden anlayacak,anlatacak, nesilden nesile yaşatacak kişi ve kurumları yaratmak lâzımdır(Söylev ve Demeçler C.l sh.386).

       TÜRKLER 

BDT’deki Türkler Rusya ‘da komünizm geldikten sonra, özellikle Stalin döneminde korkunç katliam olayları yaşandı, kitle sürgünleri oldu. Manevi tahribatın en büyüğü ise, ana dilde yönetim, eğitim ve haberleşmenin yasaklanmasıydı

Prof. Dr. Nadir Devlet

Yeryüzünde Türk soyuna mensup toplulukların en yoğun bulunduğu ülke, eski adı ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, şimdiki adı ile Bağımsız Devletler Topluluğu’dur. Bu topluluğa dahil 12 cumhuriyetin beşi (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Ozbekistan ve Türkmenistan) Türk soyuna mensup olanlara aittir. Ayrıca, Rusya Federasyonu ile Tacikistan’da çok sayıda Türk asıllı topluluk yaşamaktadır. Geçen sayımızda da belirttiğimiz üzere, bunların toplam nüfusu 54.5 milyonu aşmaktadır. 26 değişik ad taşıyan bu Türk toplulukları arasında nüfusu bir milyonun üzerinde olanların 1994 yılına göre tahmini nüfusları aşağıdaki gibidir:

Topluluk adı Tahmin t nüfus

Özhekler 20.000.000

Kazaklar 9.000.000

Merhaycan Türkleri 20.000.000

Tatarlar 9.000.000

Türkmenler 7.700.000

Kırgızlar 7.000.000

Çuvaşlar 3.200.000

3.000.000

1.900.000

TOPLAM 51.800.000

Kalan üç milyonu ise diğerleri (Karakalpak, Yakut, Kumuk, Kırım Tatarı, Uygur, Meshet-Ahıska Türkü, Tuvalı, Gagauz, Karaçay-Balkar, Hakas, Nogay, Altaylı, Şor, Karaim, Kırımçak) teşkil eder.

Dünyadaki en büyük Türk nüfusunun BDT (eski SSCB)’de bulunması tesadüfi değildir. Çünkü bu Türk toplulukları ve başka halklar, Rusya’nın yayılmacı politikasının sonucu olarak esaret altına düşmüşlerdir. İşte bugün Bağımsız Devletler Topluluğu, geçmişte ise Rusya imparatorluğu olarak bilinen yeryüzünde en büyük yüzölçümüne sahip (22,4 milyon km) ülkenin kaderi Ruslar’la sıkı sıkıya bağlı olmuştur ve gelecekte de bunun etkisi sezilecektir. Halen Ruslar BDT’de nüfusun ancak yüzde 50’sine belki de daha azına sahip olmalarına rağmen mühim bir etnik, siyasi, askeri ve hatta kültürel faktör olma özelliklerini korumaktadırlar. Ruslar’ı daha iyi anlamak, onların hem doğuya, hem de batıya yayılma politikalarını öğrenmekle mümkündür.

Rus yayılması

XVI. yüzyıldan bu yana, bir yanda Türklük tarihinin en güçlü ve en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922) en parlak devrini yaşarken, diğer yanda kuzey ve doğudaki değişik Türk toplulukları birbiri ardına Rus ağına düşmeye başlamıştı. Altın Orda İmparatorluğu’nun (1238-1502) son dönemlerinde, bu bölgede Kazan (1437-1552), Kırım (1460-1783), AstrahanİEjderhan (veya Hacı Tarhan) (1466-1556), Kasım (1445-1661) ve Sibir (1220?-1596) gibi hanlıklar kurulmuştu. Bu hanlıklar önceleri Rus knezlerine (beylerine) korkulu vakitler geçirtmişlerdi. Fakat iç mücadelelerini sona erdiren Ruslar, Batı ‘nın tekniğinden ve Türk hanlıklarının dahili entrikalarından faydalanmasını bildiler. Neticede, ilk olarak 1552 yılında, Kazan Hanlığı Moskova knez i IV. Ivan tarafından ele geçirildi. Böylece Moskova knezliği (beyliği) milli devletten koloniyal bir devlete dönüştü.

Kazan Hanlığı, uzun bir süre Ruslar’ın İdil (Volga) boyunca Hazar Denizi’ne doğru ilerlemesine ve Ural sahasını aşmasına en büyük engeli teşkil etmişti. Kazan Hanlığı’nın düşmesi ile Ruslar genis Türk alanlarını istila imkanına kavuştular. Moskova knezliği artık bütün Ruslar’ın devleti olmuş ve hakimiyeti altına bir hayli gayr-ı Rus’u da almış oldu. Kazan Hanlığı’nın düşmesi Rus devlet sınırlarının pek kısa zaman içinde Hazar Denizi kıyılarına ve Kafkasya’ya kadar uzanmasını sağladığı gibi, Ural sahasının ele geçirilmesiyle, Sibir ve Türkistan istikametinde de Rus yayılmasına geniş imkü.nlar açılmış oldu. Ruslar’ın Osmanlı Devleti ile sınırdışı olmaları, yine Kazan Hanlığı’nın akıbetiyle bağlantılıydı. Cünkü Kazan Hanlığı’nı takiben, güçsüz Astrahan Hanlığı da Ruslar’ın eline geçti (1556). Bu gelişmeden biraz sonra Ruslar, bir taraftan Kafkaslar’da Terek nehri boyuna, diğer taraftan Azak kalesine yakın sahalara sokulmuşlardı. 1558-1582 yıllarında yapılan kanlı mücadeleler neticesinde Sibir Hanlığı gücünü kaybetti ve 1598’de tamamen Ruslar’ın boyunduruğu altına düştü.

XVI. yüzyıldan beri Sibirya üzerinden Çin’e, Türkistan üzerinden Hindistan’a ve Kafkasya üzerinden İran ile Türkiye’ye ulaşmak isteyen, fakat XVII. yüzyılın başına kadar Türkistan’a doğrudan doğru askeri bir saldırıda bulunmayan Ruslar, uğradıkları çeşitli yenilgilerden ve karşılaştıkları direnişlerden yılmayarak, peyderpey nüfuzlarını Türk ülkeleri aleyhine genişletebildiler. 1598-1604 yıllarında Sibirya, bütünüyle Rus hakimiyeti altına girdi. 1604’te Astrahan Hanlığı ile Kırım Hanlığı arasındaki bozkırlarda yaşayan Nogay uruğları da Rus hakimiyeti altına alındı. 1628 yılında Yukarı Yenisey boyundaki Kırgızlar, Rus yönetimini tanımak zorunda kaldılar. 1731 ‘de Kazaklar’ın Küçük Cüz (Orda)’ü Rusya’ya bağlandı. 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması ile Osmanlı hakimiyetinden çıkarılan Kırım Hanlığı, l783’te Rusların işgaline maruz kaldı. Uzun mücadelelerden sonra 1859 yılında Kuzey Kafkasya bölgesi Ruslar’ın mutlak hakimiyeti altına girdi. 1865 yılında ise Orta Asya’daki Taşkent şehri Ruslar tarafından zapt edildi. 1868’de Buhara, 1 873’te Hive 1 876’da da Hokand hanlıkları Rusya’nın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldılar; bunlardan Hokand Hanlığı ortadan kaldırıldı, diğer ikisi Rusya’nın boyunduruğu altındaki hanlıklar olarak kaldılar. 1880-1884 yılları arasında Türkmenistan’ ın henüz bağımsız olan bölgeleri de Ruslar tarafından ele geçirildi. Kısacası XIX. yüzyılın sonunda genellikle Uygurlar’ın yoğun bulunduğu Doğu Türkistan hariç, Türk ülkelerinin tamamı Ruslar’ın hakimiyeti altına girmiş oldu.

Sovyet döneminde insan hakları ihlalleri

1917 ihtilüliyle gelen yeni Sovyet rejimi de, Rusya İmparatorluğu’nda yaşayan insanlara, bu meyanda değişik Türk topluluklarına mutluluk getirmedi. Belki daha da büyük felaket, ızdırap, yokluk ve acılara yol açtı. Çünkü rejim kendini zorla kabul ettirmek için her türlü insanlık dışı politikayı uygulamaktan çekinmiyordu. En büyük felaketler, Stalin döneminde yaşandı. Stalin 1926 ile 1936 yılları arasında göçebe halkları ve çok sayıda Kazak ve Kırgız’ı zorla yerleşik hayata geçirerek yüzbinlercesinin ölümüne sebep oldu. Bu arada, eski Rus yöneticiler, aydınlar, çeşitli bahanelerle sürgün edildiler, çalışma kamplarına atıldılar veya kurşuna dizildiler. 1917 ihtilüline katılan ve Bolşeviklere destek veren aydın-lar da o çarktan kurtulamadı. Bu durum zaten aydın sayısı fazla olmayan Türk boylarına çok büyük bir darbe oldu.

Stalin’ in insanlık dışı uygulamaları bununla da sınırlanmadı. l937’de ilk olarak Uzak Doğu’da yaşayan Koreliler, Japonya’ya casusluk yapıyorlar bahanesiyle, topyekün Orta Asya’ya sürgün edildiler. 1940 yılında Polonyalılar’ın büyük bir kısmı Ukrayna ve Belorusya’nın batı kesimlerine sevk edildi. 1941 yılında Volga Almanları, Almanya ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Sibirya ve Orta Asya cumhuriyetlerine sürüldüler. 1942 yılında, Leningrad civarındaki Finliler aynı akibete uğradılar.

İkinci sürgün dalgası, 1943 ile 1944 yıllarında gerçekleşti. Bu sefer hedef kitle, genellikle değişik Türk boyları ile çeşitli Müslüman kavimleri idi. Kuzey Kafkasya’dan Müslüman Çeçen-İnguşlar’la, Türk soyundan Karaçay-Balkarlar; Kırım’dan Kırım Tatarları ile diğer azınlık Bulgar, Ermeni ve Yunanlılar Gürcistan’dan Meshet (Ahıska) Türkleri ve İdil boyundan Kalmuklar topyekün sürgüne maruz tutuldular. Bunların biri hariç, hepsi düşman Almanlar’la işbirliği yapmakla suçlanıyordu. Meshet (Ahıska) Türkleri ise, Türk gizli servisi ile temas kurmakla suçlanmışlardı. Sürgüne yollananlar, başta çok kayıp verdiler ve istisnasız hepsi çok katı uygulamalara maruz kaldılar. Özel iskan bölgelerine yerleştirilen sürgünler, bu bölgeden kaçmaları halinde 20 yıl çalışma kampına mahkum ediliyorlardı. 1949 verilerine göre takriben 2,5 milyon insan bu nevi sürgünlere maruz kalmıştı.

Diğer uygulamalar

Rusça dışındaki dillerin kullanımı, yönetim, haberleşme, eğitim ve hemen hemen her sahada men edilerek ancak evde kullanılan basit bir seviyeye indirgendi. Bu uygulamanın neticesinde, ana-dilde eğitim veren okulların sayısı her geçen yıl azalmaya başladı. Çünkü iyi derecede Rusça bilmeyenlerin yüksek tahsil yapma imkanı kalmamıştı ve dolayısıyla ebeveyn de çocuklarını Rus okullarına yollamak istiyordu.

Rus olmayan halkların milli basın-yayınları çeşitli bahanelerle sınırlandı. Türk boyları iki defa alfabelerini değiştirmek zorunda bırakıldılar. Bunun yerine fonetiğe aykırı, telaffuzu bozan, Türklere tamamen yabancı Kril harfleri kullanma mecburiyeti getirildi.

Gençleri komünizmin gereklerine göre eğitmeyi engelliyor bahanesiyle, geçmişten gelen adet, örf ve geleneklerin bir haylisi yasaklandı. Bununla yetinilmeyerek tarihler de tahrif edildi ve topluluklar kendi geçmişlerinden, tarihlerinden koparıldılar. Gayrı Ruslar’ın ekseriyetinin kendi arzuları ile Rusya’ya katıldıkları şeklindeki yalanlar ders programlarına alındı.

Milli şuuru az çok canlandırmak isteyenler “milliyetçilikle” suçlanarak çok feci şekilde cezalandırıldılar. Kısacası medeniyetin, kültürün ve insanca yaşamanın ancak “ağabey” Ruslar’la birlik içinde bulunmakla mümkün olduğu safsatası beyinlere nakış edilmeye çalışıldı. Ruslar’ın bu propaganda ve emellerine hizmet eden yerli yönetici, öğretmen ve aydınlar mükafatlandırılırken, benliğini korumaya çalışanlara her türlü zorluğu çıkardılar. Kısacası rejimin istediği yeni ‘Sovyet insanı”, Rusça konuşan, Rus tarih ve kültürüne hayran bir çeşit insanlar topluluğu idi. Ancak bunda Ruslar’ın başarıya ulaşamadıklarını görme fırsatını elde ettiğimiz için mutlu olmalıyız. Fakat maddi tahribatın yanında dimağlarda meydana getirilen tahribatın tedavisinin de hayli zaman alacağını göz önünde tutmamız gerekir.

İstikIali’nin beşinci yılında ata yurdu, kardeş ve dost bir Türk ülkesi

“Türkmen” ismini ‘İslam ile şereflenen Türk’ anlamında kullanan Şeref el-Zaman el-Merve Türkmenler’in, Müslüman olduktan sonra geniş bir coğrafyaya yayıldıklarını; takip ettikleri siyasetle hakimiyetler kurup, oralann hükümdarları ve sultanları olduklarını ifade eder. Gerçekten de, asırlara damgasını vurmuş fetih ordularına ana rahmi olmuş bu güzel ülke, bir hayli zamandır atıl bırakılmış muazzam potansiyelini harekete geçirmiş; yeni doğuşlara hazır oluşun işaretlerini vermekte.

Doç. Dr. Ramazan Özey

Orta Asya’da yer alan Türkmenistan, yaklaşık olarak 35~43O kuzey enlemleriyle, 53~67o doğu boylamları arasında kalır. Kuzey-güney doğrultusunda 650 km. genişliğinde olan ülke doğu-batı yönünde 1100 km. uzunluğundadır.

Türkmenistan, kuzeydoğudan Özbekistan,güneydoğudan Afganistan, güneyden Iran, batıdan Hazar Denizi ve kuzeybatıdan Kazakistan ile sınırlıdır.Ülkenin toplam yüzölçümü 488.100 km2’yi bulur. Bu yüzölçümü ile Batı Türkistan’da 5 Türk Cumhuriyeti içinde, Kazakistan’dan sonra ikinci büyük ülkedir. Amuderya nehrinin bir kısmı, Özbekistan ile sınırı belirler.

Kuzeybatıda, Hazar Denizi’nin kolu olan, yüzölçümü 13.000 km2’yi bulan Karaboğaz gölü (ya da körfezi), Türkmenistan’ın içine bir cep şeklinde girer. Türkmenistan yüzölçümünün % 90’ını çöller (özellikle Karakum Çölü) ve kurak bozkırlar oluşturur.

TÜRKMENLER KİMLERDİR

“Türkmen” teriminin ilk defa 10. yüzyılın sonlarında Makdisi tarafından kullanıldığı bilinmektedir.

Sultan Sencer zamanında, Miladi 1120 yılında Türkmenistan’ı gezen Şeref el-Zaman el-Merve, “Tabdi elHayavan” adlı eserinde, Türkmen kelimesini “İslam ile şereflenen Türk” anlamında kullanıyor ve Türkmenler hakkında şu bilgileri sunuyor:

“Türkler, pek çok cinslere, kabilelere, oymaklara ayrılan büyük bir millettir. Bir kısmı şehirlerde ve köylerde, bir kısmı bozkırlarda ve çöllerde otururlar.

Türklerin büyük kabilelerinden biri Oğuzlardır. Oğuzlar on iki kabileye ayrılırlar. Bir kısmına Toguzuz, bir kısmına Uygur, bir kısmına Uçğuz (üç-ok) denir. Hükümdarlarına ise Tokuz-Hakan denir. TokuzHakan ‘ın büyük bir ordusu vardı. Bu muhafızlar her gün hükümdar ile üçdefa yemek yerler.

Oğuzlar’ın siyaset hususunda yaptıkları güzel merasim ve kanunları vardır. Bir kısmı şehirlerde ve evlerde, bir kısmı kırlarda ve sahralarda, çadırlarda ve hargöhlarda otururlar. Oğuzların bozkırlarının bir kısmı Maveraünnehr, bir kısmı Harezm ile huduttur.

Oğuzlar İslam hudutlarına gelince bir kısmı Müslüman oldu. Türkmen adını aldılar. Bu Türkmenlerle Müslüman olmayan Oğuzlar arasında muharebeler oldu. Daha sonra, onlardan Müslüman olanlar çoğaldı. Makbul Müslümanlar oldular. Bunlar kafir soydaşlarına galip gelip, onları kovdular. Bunun üzerine, Müslüman olmayan Oğuzlar, Harezm ‘den uzaklaşıp Peçenekler’in ülkesine gittiler. Müslüman olanlar (Türkmenler) ise, İslam ülkelerine dağıldılar. Oralarda iyi bir siyaset takip ederek İslam topraklarının çoğunu ele geçirip oraların hükümdarları ve sultanları oldular.”

Ayrıca Türkmen kelimesinin anlamının Farsça, “Türkmanend=Türke benzeyen” kelimesinden geldiği de belirtilmektedir. Bazı kaynaklarda da; 11. yüzyıldan itibaren batıya doğru göç eden Oğuzlardan, Müslüman olanlarına Türkmen denmiştir. Daha sonra, Türkmen ve Oğuz kelimeleri aynı anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Oğuzların Kınık boyu Selçuklu, Kayı boyu Osmanlı Devleti’ni kurmuşladır.

TARİHİ GELİŞİM

Türkmenler, yüzyıllar boyunca birbirinden ayrı aşiretler halinde göçebe bir hayat sürmüşlerdir. 11. yüzyılda, Selçuklular ile birlikte bir grup Türkmen, Kafkasya ve Anadolu’ya göç etmişlerdir. Hazar’ın doğusunda kalan Türkmenler ise, Türkmenistan’ın bütün bölgelerine dağılmaya başlamışlardır. 1869-1885 yılları arasında Rus hakimiyetine giren Türkmen aşiretlerinin ayaklanmaları sonuçsuz kalmıştır. Gerçekten bu devrede, Türkmenler çok kanlı geçen bağımsızlık savaşları yapmışlardır. Burada, Türkmen beylerinden Kuşid Han ve onun oğlu Nur Verdi Han ‘in başarıları unutulmayacak kadar önemlidir. Ne var ki, Nur Verdi Han ‘in ölümünden sonra Ruslar, 1881 sonlarında ünlü Türkmen kalesi Göktepe’yi ele geçirmişlerdir.

1917 devriminden sonra Rus askerleri, Türkmenistan topraklarından 9 yıl çekildiler. Ancak bunu fırsat bilen İngilizler bölgeyi istila ettiler. 1920 - 192 l’de Rus orduları, tekrar Türkmenistan’a girdiler ve Sovyet rejimini uygulamaya başladılar. Bunun neticesinde de 1 924’te Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. 1989’daki bağımsızlık hareketine Türkmenistan da katılmış ve 27 Ekim 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. 21 Aralık 1991 ‘de ise, Bağımsız Devletler Topluluğu’na katılmıştır.

DAĞLAR İLE ÇÖLLERİN KUCAKLAŞTIĞI ÜLKE

Türkmenistan’ın yeryüzü şekilleri son derece düz ve sadedir. Dağlar, daha ziyade doğu ve güney sınırları yakınlarında yer alır. Dünyanın en büyük kum çöllerinden biri olan Karakum Çölü (350.000 km2), ülkenin büyük bir bölümünü (% 90’ını) kaplayarak, Kazakistan’a doğru uzanır. Ülkenin en alçak noktası, kuzeybatıda, Hazar kıyılarında, deniz seviyesinden 81 m. daha aşağıdadır.

Ülkenin doğu ve güneyinde yer alan Kugitang ve Kopet dağları (2942 m.), Alp-Himalaya sisteminin bir parçasıdır. Aşınmış, çıplak Kopet dağ kütlesi, 2000 m.den fazla bir yükseklikten, Türkmenistan düzlüklerine dimdik iner. Kopet dağlarının kuzeyinde, dağların düzlük alanlarla kesişme bölgesinde, kuzeybatı-güneydoğu istikametinde, büyük bir fay (kırık) hattı uzanır. Bu sebeple ülkede sık sık depremler olur. 1948 depreminde, Başkent Aşkabad yerle bir olmuştur.

Karakum Çölü’nde, yüksekliği yer yer 5 katlı bir bina kadar olan kum tepeleri vardır. Çölün kenarında akan Amuderya (Ceyhun), Murgab ve Tecen ırmaklannın vadilerinde, uzunluğu yaklaşık 1000 km.yi bulan Karakum kanalı yer almaktadır.

Türkmenistan’da çöllerden başka, vaha bölgeleri de yer alır. Kopet, Murgab, Orta ve Aşağı Ceyhun başlıca vahalardır. Ancak bu vahalar, Karaboğaz gölünün doğusunda yer alan Turan ovasında ve Amuderya (Ceyhun) ~~kıyılarında yoğunluk kazanmaktadır. Ulkenin batısında ve güneyinde Karapul, Bacur ve Balkan yaylaları vardır. Vahalar ve yaylalar, aynı zamanda yoğun yerleşme ve tarım bölgeleridir.

İKLİM

Yeryüzü şekillerinin, iklim üzerindeki tesiri büyüktür. Ülke yüzölçümünün büyük bir bölümünün çöl ve güneyden de dağlarla çevrili olması, sert ve karasal iklimin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Sıcaklıklar gün, ay ve yıl içinde büyük değişiklikler gösterir. Temmuz ayı ortalamaları 28-32 0C arasında değişirken, bazen gün içinde gölge-de sıcaklık 50 0C’yi bulur. Ülkede kış, kısa ve sert geçer. Ocak ayı ortalama-ları 4-5 0C arasında değişmekle beraber, bazen -25 0C’nin altına düştüğü görülür. Afganistan sınırında yer alan Kuşka’da kış mevsiminde sıcaklık -33 0C’ye kadar düşmüştür. Mesela Hazar Denizi kıyısında yer alan Krasnovodsk’da yıllık en yüksek sıcaklık ortalaması 18,2 0C, en düşük sıcaklık ortalaması 11,8 0C derece olmuştur. Ancak Temmuz ve Ağustos aylarında en yüksek aylık ortalamalar, 32 0C’ye ulaşmıştır. Şüphesiz bu yüksek sıcaklığa, yağışın azlığı ve buharlaşmanın şiddeti eklenince, çöl şartları kendiliğinden ortaya çıkar.

Türkmenistan yağış bakımından oldukça fakir bir ülkedir. Güneybatıdaki yaylalarda yıllık yağış miktarı 200-300 mm. arasında değişirken, çöl bölgelerinde 150 mm.’nin altına iner. Mevsim olarak en yağışlı zamanı ilkbahar, en az ise yaz mevsimidir.

CAN DAMARI AMUDERYA

Türkmenistan’ın en önemli akarsuyu, Amuderya (Ceyhun) nehridir. 1950’lerde inşaatına başlanan Kara-kum Kanalı, Amuderya nehrinin sularını alır ve çölü kat eder. 1100 km. uzunluğundaki bu kanal, hem sulama ve hem de ulaşım maksatlıdır. Ayrıca Kopet dağlarından kaynağını alan, bir süre Iran sınırını oluşturan Atrek ve kolu Sumbar, Hazar Denizi’ne dökülür. Afganistan’da Babadağ’dan doğan Tecer ve Murgab ırmakları, Türkmenistan topraklarına girdikten sonra, Karakum çölünde kaybolurlar. Ülkenin orta ve kuzey bölümünde Karakum çölü yer aldığından, akarsu yoktur.

Türkmenistan’da, vadi ve platolar dışında kalan geniş alanları çöl bitkileri ve bozkırlar kaplar. Vadi boylarında ve vahalarda kayak ve söğüt türleri yetişmektedir. Bozkırın doğal hayvanı tilki, çöllerde Karakum Ceylanı yaşar.

NÜFUS

Türkmenistan’ın nüfusu 1936’lar-da 1,267.000, 1970’lerde 2.223.000 kişi kadardı. Ülke nüfusu 1980’de 2.828.000’e ve 1993’te 3.805.000’e ulaşmıştır. 1995 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonuçlarına göre, ülkenin toplam nüfusu 4.460.000 kişiyi bulmaktadır. Bunun 2.247.000’ini kadın, 2.217 .000’ini erkek nüfus oluşturmaktadır. Yıllık nüfus artış hızı % 2.5 kadardır. Bu artış ile nüfusun 28 yılda ikiye katlanacağı tahmin edilmektedir. Türkmen nüfusta görülen yüksek artış sayesinde, yıl geçtikse, etnik yapı içinde Türkmenler nüfusu ağırlık kazanmaktadır. 1979’da toplam nüfus içinde, Türkmenlerin payı % 68 iken, 10 yıl sonra % 72’ye yükselmiştir. Ruslar’ın oranı ise % 13’ten, % 9’a kadar inmiştir. % 2 oranında tutan Ukraynalı ve Ermeniler nüfus ile birlikte Ortodoks Hıristiyanların oranı %1‘i ancak bulur. Diğer bir ifadeyle, toplam nüfusun % 89’u Müslüman'dır. Resmi dil Türkmence’dir. Ayrıca Rusça, Özbekçe ve Kazakça da konuşulur.

Ülke nüfusunun % 49,4’ünü erkek, % 50,6’sını kadın nüfus teşkil eder. Hane halkı büyüklüğü ise, 4,9 kişi kadardır. Türkmenistan’da kaba doğum oranı % 37, ölüm oranı ise % 8 dolayındadır. Ortalama ömür süresi, erkeklerde 65, kadınlarda 74 yaştır.

Türkmenler, sadece Türkmenistan’da yaşamazlar. Bugün için Bağımsız Devletler Tupluluğu içinde yaşayan toplam 2.750.000 Türkmen’in 2,5 milyonu Türkmenistan’da, 130.000’i Özbekistan’da, 40. 000’i Rusya’da, 21.000’i Tacikistan’da ve geri kalanı ise diğer cumhuriyetlerde meskundur. Oysa Türkmen kaynaklarına göre bu nüfusun 5 ile 5,5 milyon dolayında olduğu belirtilmektedir. Ayrıca 2,5 milyon kadar Türkmen’in de Iran, İrak, Afganistan, Türkiye gibi ülkelerde yaşadığı bilinmektedir. Dolayısıyla bugün, yeryüzünde 5 milyonu aşkın Türkmen’in var olduğu tahmin edilmektedir. Yine Türkmen kaynaklarına göre, yakın gelecekte 9-10 milyonluk güçlü bir Türkmenistan devleti ortaya çıkacaktır.

İDARİ BÖLÜNÜŞ VE ÖNEMLİ ŞEHİRLER

Türmenistan, idari bakımdan 5 bölgeye ayrılır. Ülkede 21 rayon, 14 şehir vardır. Başkent Aşkabad dışındaki diğer önemli şehirler; Çarçau (166.400 kişi), Taşauz (117.000 kişi), Krasnovodsk (55.000 kişi) ve Merv’dir. Aynı zamanda Çarçau yönetim biriminin merkezini oluşturan Çarçau Türkmenistan’ın ikinci büyük şehridir. TransHazar demiryolunun 1886’da, Amuderya (Ceyhun) nehri yakınlarına kadar uzatılmasından sonra, bir Rus yerleşim bölgesi olarak kurulan Çarçau, gerek demiryolları kavşağında ve gerekse Amuderya nehri üzerinde limana sahip oluşu sebebiyle kısa sürede gelişmiştir. Öte yandan şehir, çırçır, ipekli dokuma, süper fosfat gibi sanayi tesislerine sahiptir. Bölgede yetiştirilen Karakul koyunlarından elde edilen astragan kürklerinin imalat ve pazarlama yeri olan Çarçau şehri, hızlı gelişme kaydeden bir Türkmenistan yerleşmesidir.

Ülkenin kuzeyinde yer alan Taşauz yönetim biriminin merkezini oluşturan Taşauz, Harezm vahasının batısında yer alır. Şavat kanalının her iki yakasında kurulan yerleşme, önceleri bir kale ve pazar yeri hüviyetini taşıyordu. Ancak 1950’li yıllarda kentten demiryolu geçince, hızlı bir gelişme kaydetti. Pamuldu dokuma, gıda ve oto sanayinin gelişmiş olduğu Taşauz şehri, bugün daha ziyade kanalın güney kesiminde genişlemektedir.

Abbasiler döneminde ünlü bir öğrenim merkezi olan Merv, Selçuldular döneminde başkent olmasıyla birlikte, geIişmesinin zirvesine ulaştı. Ancak 122 l’de, Moğol akınlarıyla yerle bir edildi. Söz konusu bu tahripten sonra Merv, eski önem ve cazibesine bir daha kavuşamadı. Bugün daha ziyade tarihi bir hüviyet taşıyan şehrin merkezinde ve çevresinde Kızlar Sarayı, Erk Kale, Gevür Kale, ile Sa’d bin Ebi Vakkas ve Muhammed ibn Zeyd gibi İslam büyüklerinin türbeleri bulunmaktadır.

Krasnovodsk, Hazar Denizi kıyısında Balkan yarımadası üzerinde kurulmuş güzel bir Türk şehridir. Ne yazık ki bu şehir, Rus istilalarında bir atlama taşı olarak kullanılmıştır. Krasnovodsk şehrinin adı, 1993 yılında, aynı zamanda Türkmenistan Cumhurbaşkanı Saparmurad Niyazov’un da soyadı olarak seçtiği, Türkmen başı şeklinde değiştirilmiştir.

Türkmenlerin % 55’i kırsal kesimlerde yaşamaktadır. Eskiden Türkmenlerin çoğu, “Yurt” adı verilen geçici konaklama yerlerinde konaklıyor ve hayvan sürüleri ile birlikte konar-göçer bir hayat yaşıyordu. Bugün bu göçebe Türkmenlerin bir kısmı, pamuk ziraati yapan yerleşik çiftçilere dönüşerek köylerde yaşamaktadırlar.

DOĞAL GAZ ZENGİNİ BİR ÜLKE

Türkmenistan, yeraltı kaynakları bakımından çok zengindir. Doğal gaz, petrol, kömür, mineral tuzlar, sülfür, alüminyum (yıllık üretim 1,5 milyon ton), kükürt, potasyum, kurşun, nitrojeri, magnezyum, krom, iyot ve sodyum sülfat başlıca yeraltı kaynaklarını oluşturur.

Ülkenin petrol rezervi 698 milyon ton olarak kabul edilmektedir. Yapılan son araştırmalara göre (1996), ülkenin ispatlanmış petrol rezervi 1,1 milyar tondur. Bir başka hesaplamaya göre, ülkenin ham petrol rezervi 5-6 milyar tonu bulmaktadır. Türkmenistan’ın yıllık petrol üretimi 8-9 milyon ton arasında değişmektedir. Petrolün kalitesi oldukça yüksektir. Petrol, daha ziyade orta kesimde ve batıda, özellikle Çelekem yarımadası, Nebit dağı, Kum dağı ve Okarem çevresinde çıkarılmaktadır. Bunlardan Nebitdağ yatakları, 1932’den bu yana işletilmektedir.

Ülkenin tahmini doğal gaz rezervi 900 milyar m3 olarak hesaplanmaktadır. Yapılan son araştırmalara göre (1996), ülkenin ispatlanmış doğal gaz rezervi 2,67 trilyon m3’dür. Bir başka tahmini hesaplamaya göre, ülke doğal gaz rezervi 21 trilyon m3 olarak belirlenmiştir (dünyada üçüncü). Doğal gaz yatakları ülkenin güneydoğusunda, özellikle Darvasa ve Bayram Ali çevresinde yer almaktadır. Ülkenin doğal gaz üretimi 8-lA) milyar m3 arasında değişmektedir. Üretimin ancak % 10’u yurtiçinde tüketilmekte ve özellikle elektrik santrallerinde kullanılmaktadır. Nebitdağ, Karaboğaz gölü çevresi, Çelekem yarımadası ve Okarem yöresinderi çıkarılan doğal gazın büyük bir bölümü, 1500 km. ‘deri fazla uzunluğa sahip pipe-line (boru hattı) ile Güney Ural sanayi bölgesine nakledilir.

Bugün (1997) Türkmenistan doğal gazının Iran-Türkiye üzerinden Avrupa’ya boru hatlarıyla taşınması planlanmaktadır. Bu projeye Iran, Türkiye ve Türkmenistan yetkilileri imza koymuşlardır. Proje tamamlandığında, Türkmenistan’ın doğal gaz ihracatı hayli artacaktır.

SANAYİ VE ULAŞIM

Yeraltı kaynakları bakımından zengin olmasına rağmen, Türkmenistan, sanayide beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Dokuma, enerji, petro-kimya sanayi tesisleri kurulmuştur. 1950’de kurulan Krasrıovodsk petrol rafinerisinin, yıllık kapasitesi 5,5 milyon tondur. Ülkede yer alan 61 adet dokuma fabrikasının üretimi, sanayi üretiminin % 35’ini oluşturur.

Türkmenistan, ulaşım bakımından gelişmiştir. Demiryolu, karayolu, havayolu ve su yolu ulaşımı, ülke ihtiyacını karşılamaktadır. Krasnovodsk-AşkabatMerv-Çarçau ana demiryolu hattı, aynı zamanda komşu ülkelere bağlantılıdır. MervKuşka hattı; Afganistan’a, Çarçau-Amuderya hattı Rusya’ya kadar uzanmaktadır. Karakum çölünü aşacak olan 500 km. ‘lik Aşkabad-Taşauz oto-yolu inşaat halindedir. En önemli liman şehri Krasnovodsk, Hazar Denizi aracılığı ile batıya açılan bir penceredir. Karakum kanalında da ulaşım yapılır. Ülkenin en önemli havaalanı Aşkabad’dadır.

TİCARET CANLANIYOR

Ülkenin ticareti oldukça canlıdır. Başlıca ihraç ürünleri: Pamuk, doğal gaz, petrol, sülfür, halı, meyankökü veastragan kürküdür. Yılda 60 bin ton ham pamuk, 220 bin ton petrol ürünü, 20 bin ton sülfür, 20.000 m2’den fazla hali, 1300 ton meyankökü, ve 20 bin ton astragan kürkü ihraç edilmektedir. Bunun karşılığında, makine, taşıt, gıda ve demir-çelik ürünleri satın alır. Ticaretinin büyük bir bölümünü Bağımsız Devletler Topluluğu ile yapmaktadır. Avrupa ülkeleri ile olan ticaretini de, Rusya Federasyonu aracılığı ile yapabilmektedir. Son yıllarda doğrudan, özellikle Batı ülkeleri ile ticari ilişkilere girmiştir.

Dost ve kardeş iki ülke olan Türkiye ile Türkmenistan arasındaki ticari münasebetler ise, yıl geçtikse gelişmektedir. İki ülke arasında köklü tarihi bağların bulunması, siyasi ve ticari ilişkilere de yansımaktadır.

Pomak Türkleri arasında

Kuman Türklerinin soyundan gelen Pomaklar, son yüzyıl içinde, yedi defa asimilasyon baskısına maruz kaldılar. İsimleri değiştirildi, dini vecibelerini yerine getirme hakları ellerinden alındı ve binlercesi katledildi. Bugün ‘Türk oğlu Türk ‘üm, Müslüman'ım” sözünü gururla, göğüslerini gere gere söylüyor ve “Rodoplar’dan asla ayrılmayacağız” diyorlar.

Mehmet Türker

Bulgaristan’ın güneyindeki Rodop dağlarının yamaçları, on asırdan beri bir Türk yurdu. Orada, Kuman Türklerinin soyundan gelen ve sayılan yarım milyon civarında tahmin edilen Pomakiar yaşıyor.

Onlar, Kırkpınar güreşlerinin ünlü başpehlivanları Kel Aliço’nun, Kavasoğlıı İbrahim’in, Sultan Abdülaziz döneminin Saray başpehlivanı Şamdancıbaşı Kara İbo’nun, Rodoplar’daki Batak isyanını bastıran Osmanlı kumandanlarından Baruthanlı Ahmed Ağa’nın torunları... Bir asırdır sürdürülen dayanılmaz baskılara cesaretle, metanetle göğüs gererek Müslümanlıktan kopmamışlar. Dilleri ise, Ukrayna Slavcası ve Arapça ile birlikte Türk lehçelerinden Nogayca, Oğuzca, Kuman-Kıpçakça kelimelerden oluşuyor.

Pomaklar, Batı sınır kapımız Kapıkule’den sadece 200 kilometre kadar ötede. Bulgaristan’daki Osmanlı hakimiyeti döneminde, devletimizin en sadık topluluklanndan biri olmuşlar. Ama, onlar hakkında kitaplara yansıyan bilgiler öylesine az ki... Üstelik, bu gün Kuzey Kutbu’ndaki Eskimolar’dan, Afrika’nın pigmelerinden, Cava adasının yerlilerinden haberdarız da, 2-3 saatlik bir karayolu seyahatiyle ulaşabileceğimiz Pomak Türkleri’ni pek tanımıyoruz.

Asırlar boyu akıncı şehitlerin kanlarıyla sulanmış Rodoplar’ı, ilk defa bir Türk gazetecisi sıfatıyla ziyaret edecek olmamız, yüreğimizi sevinç dalgalanyla kabartıyor.

Rastladığımız insanlara, “Hangi millettensiniz?” diye soruyoruz. Verilen cevaplar, hep “Elhamdülillah ‘Türk’üz” şeklinde. Bu ifadenin “Elhamdülillah Müslüman’ım ve Türk’üm” manasında kullanıldığı ve hem din, hem soy kardeşliğini vurgulamak amacını güttüğü aşikar. Böylece, daha ilk tanışmalarda içimizde beliren sıcaklık sevgiye dönüşüyor; Pomak kardeşlerimizle kırk yıllık dostmuşçasına sarmaş dolaş oluyoruz.

Felaket üstüne felaket

Rodoplar’ın engin yaylalarını, dört mevsim yeşil dağlarını, berrak suların aktığı vadilerini kendilerine yurt edinen Pomak Türkleri, Osmanlı döneminde huzur ve sükun içinde yaşadılar. Ancak bu mutluluk günleri, 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi) ile sona erecek, dayanılmaz çileler ve felaketlerle yüklü uzun yıllar gelip çatacaktı.

93 Harbi’nden Balkan Harbi’ne kadar geçen dönemde, Türk azınlığı hedef alan Bulgarlaştırma operasyonlarında, binlerce masum öldürüldü. 200 bin Pomak Türkü’nün isim ve dinleri zorla değiştirildi. Zulüm öylesine ileri boyutlara vardırıldı ki, Balkan Harbi sırasında Genelkurmay Başkanı olan Sarafov, yayınladığı genelgede, bütün Pomakların Bulgarlaştırılmasını, karşı koyanların ise öldürülmesini emrediyordu. Bu kanlı terör, İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar periyodik aralıklarla sürdürüldü.

1944’den sonra, asimilasyon vahşetinin bayrağını komünistler devralmıştı. 1961-62 arasında isim değiştirme operasyonunu hızlandıran komünistler, 1972-73 yıllarında, bu defa tanklarla, toplarla, tüfeklerle Pomak köylerine girdiler, isim değişikliğine hayır diyenleri döve döve veya kurşuna dizerek öldürdüler. Bu katliam zinciri karşısında, Batı dünyası suskunluğunu korurken, Türkiye’den de pek fazla ses çıkmamıştı.

1984 sonundan itibaren, zalim Jivkov, Bulgaristan’da yaşayan bütün Türkler’i yeniden baskı çemberine almış, cinayet ve işkence olayları çorap söküğü gibi birbirini takibe başlamıştı. Komünist yönetim, bu defa her yolu deneyerek, Bulgarlaştırma inadını neticeye vardırmak niyetindeydi. Ancak, 1989 yılında Türkiye’nin durumu dünyaya anlatması ve meseleye bizzat sahip çıkmasıyla, Bulgaristan hükümeti sarsıldı. Aynı yıl Türkiye’ye büyük çaplı bir göç akını olurken, Jivkov rejimi devrildi ve Pomaklar da derin bir nefes alabildiler.

Yüz yıl içinde tam yedi defa Bulgalaştırma tezgahına sürülen Pomaklar, yaşadıkları bunca acıdan dolayı öylesine sinmişler ki, hala tedirginlik içindeler. Bazıları tekrar Türk ismi almaktan korkuyor ve “Bulgar, Bulgardır! Yarın ne yapacağı belli olmaz” diyerek, endişelerini dile getiriyorlar.

Ah, Osmanlı olsaydı

Rodoplar’ın doruklarındaki babek, sıradan bir Pomak köyü. Bütün köylerde olduğu gibi burada da yaşlı insanlar köy meydanında toplanıyor ve sohbet ediyorlar. “Selamün aleyküm” deyip, sohbetlerine katılmak istediğimizi belirtince bir ağızdan “Aleyküm selam, hojgeldin” dediler. Dediler ama, Türkçe sözler de bıçakla kesilir gibi kesiliverdi. Çünkü Nogayca, Slavca, Arapça ve Kıpçakça kelimelerin oluşturduğu kendilerine has karma bir dili konuşuyorlardı. Böylece tercümanın araya girmesi kaçınılmaz oldu.

Köyün en yaşlısı, asırlık çınar Hüseyin Çıtak’a, köyün tarihini soruyoruz. Sağlığı oldukça iyi görünen Hüseyin Dede, “Köyümüzün ne zaman kurulduğunu kimse bilmez. Çünkü Orhan Gazi’den önce de varmış. Balkan Savaşı’na kadar Türk-Bulgar sınırı köyümüzün başından geçerdi. Hatırlarım, Çocukluğumda Osmanlı askerleri atları ile koşular yapardı” diyor. Ve Osmanlı’nın çekilmesinden sonra bir daha rahat yüzü görmediklerini belirterek, “Ah Osmanlı olsaydı!..” demekten kendini alamıyor.

Bulgarların, bir asırdan beri baskı altında tuttukları ve “Müslümanlaştırılmış Bulgarlar” dedikleri Pomaklar’ın Türk oldukları, gerek kendi ifadeleri, gerek tarihi delillerle artık ispatlanmış bulunuyor. zaten yaşadıkları felaketlerin çoğu, Türk kimliğini muhafaza etme direnişinin sonucu. İsimlerinin değişmesini istemeyenler acımasızca katledilmiş. Mesela, 1972-73’deki asimilasyon faaliyetleri sırasında, Komitsa köyü sakinleri, tam üç ay, köy meydanında adeta tek vücut olarak direnmişler. Uç ay sonra köye giren polis ve askerler, beş kişiyi katletmişler. Yüzlerce kişinin önünde işlenen cinayetlerle ilgili resmi açıklamalarda ise, bunların sınırı geçerken öldürüldüğü öne sürülmüş. Benzeri katliam olayları, aynı zamanda Barutin, Davutköy, Karabulak ve daha sonra pek çok köyde yaşanmış.

Örf ve adetlere bağlılık

Müslüman Pomak Türkleri, yaşadıkları kanlı asimilasyon dehşetine rağmen, örf ve adetlerini korumakta başarılı olmuşlar. Örf ve adetlerine sarılmanın, hem birlik ve beraberlik ruhunu canlı tuttuğuna, hem de milli kimliklerinin tutkalı olduğuna inanıyorlar . Ziyaret ettiğimiz birçok köy ve kasabada, Anadolu’da yapılanlara benzer düğün, sünnet ve mevlid merasimleri gördük. İmrenilecek derecedeki misafirperverlikleri ile de Türk milletinin önemli bir özelliğini sergileyen Pomaklar, kendileri kadar örf ve adetlerine bağlı bir başka topluluğun kolay kolay bulunamayacağı iddiasındalar. Mesela, nişandan düğüne kadar, evlilikle ilgili bütün töreler, yüzlerce yıldan beri hemen hemen hiç değişmemiş. En çok önem verdikleri Ramazan ve Kurban bayramları gelenekleri de...

Pomak Türkleri, komünizmin yıkılmasından sonra derin bir nefes alırken, bir taraftan da kendi öz benliklerini bulmak için adeta zamanla yarışa girdiler. Yıllarca inançlarını yaşamaktan men edilmelerinin acısını kısa zamanda unutmak ve dinlerini ihya etmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Eskiden zorla verilen Bulgar isimleri de yeniden Türk isimleriyle değiştiriliyor. En sık rastlanan isimler; Mehmet, Musa, İbrahim, Mustafa, Hasan, Emine, Fatma, Rabia ve Hatice...

Pomaklar, Bulgaristan’da yaşayan Türkler içinde en çok eziyet çekenlerdir. 1989 yılına kadar, sünnet edilen çocukların ebeveyni polis tarafından tutuklanarak hapse atılırdı. Buna rağmen, pek çok Pomak, hapsedilme tehlikesini göze alarak çocuklarını sünnet ettirirdi. Sünnetçiler yıllarca hapiste tutulduğu, doktorlara da sünnet yapma yasağı getirildiği için, bugün sünnet olmaya hazırlanan askerlik çağındaki delikanlılara rastlamak mümkün. Cenazelerini bile dini merasim yapamadan, imamsız olarak kaldırmak zorunda bırakılan çilekeş Pomaklar, “Allah, o kara günleri bir daha geri getirmesin” diye dua ediyorlar.

Hepsi Müslüman

Rodoplar’a 1065-1335 yılları arasında yerleşen Pomak Türkleri, daha önce şaman idiler. Ancak, Selçuklular döneminde Balkanlar’a iskan edilen Yörüklere hem yardımcı oldular, hem de onlardan Müslümanlığı öğrenerek topluca İslamiyet'le şereflendiler. Bugün, hepsi Hanefi mezhebine bağlı. Bir başka mezhep ya da tarikat yok.

Batı Rodoplar’dan başlayan seyahatimiz esnasında ziyaret ettiğimiz köy ve kasabalarda, Pomaklar’ın İslami kurallara son derece bağlı yaşadıklarına şahit olduk. Evlerde, harem, selamlık bölümleri var. Hemen her evde Kur’an-ı Kerim ve çok sayıda dini kitaba rastlamak mümkün. Yatak odalarında banyoya açılan kapılar bulunması da, bu insanların dinlerine ve geleneklerine bağlılıklarını gösteriyor.

Bulgaristan’da kısmi de olsa demokrasinin gelmesiyle birlikte açılan dini okullarda, çoğunlukla Pomak çocukları eğitim görüyor. Her köy ve kasabada, dini okullara karşı fevkalade yüksek. 8-9 yaşlarındaki çocukların büyük bir bölümü Kur’an-ı Kerim okumayı biliyor.

Komünizmin yıkılmasından sonra, Pomaklar, derhal eski camilerini onarmaya, yıkılanları ise yeniden yapmaya başlamışlar. Son beş yıl içinde camisi olmayan köy kalmamış. Ancak şehadet parmakları gibi göğe dikilen minarelerin, Bulgar şovenlerini rahatsız ediyor, hatta hırçınlaştırdığı söyleniyor. Bulgarlar’ın, “Keşke, minareli bir cami yerine, minaresiz yirmi camii yapsalar” dediklerini öğreniyoruz. Ancak bu tepkiler, Pomaklar’ı etkilemek bir yana, mutlu da ediyor. Çünkü onlar, kurtuluşlarını Allah’ın bir lütfu olarak değerlendiriyorlar. Ve Müslümanın umutsuzluğa düşmemesi gerektiğini hatırlatarak, “Biz, en kötü zamanlarımızda bile Allah’tan ümidimizi kesmedik. Kur’an-ı Kerime sıkı sıkıya sarıldık. Çocuklarımıza dinimizi gizlice öğretip, hapse girme pahasına onları sünnet ettirdik. Varsın Bulgarlar, minarelerden rahatsız olsunlar. Bize bu günleri gösterdiği için Allah’a şükrediyoruz” diyorlar.

Bize, kendilerini çok duygulandıran bir olay anlattılar: Birkaç yıldan beri Sofya’da yaşayan Müslüman bir işadamının, bir gün Rodoplar’a yolu düşer. Bu zat, Karasu boyundaki Doğan ova köyünün yakınından geçerken, başı örtülü bir kadın görür. 0 zamana kadar gezdiği yerlerde böyle bir kıyafete rastlamayan işadamı, arabasını durdurup, kadına niçin başörtü taktığını sorar. “Müslüman olduğum için başımı örterim” cevabını alınca da, “Eğer burası Müslüman köyü olsaydı camisi olurdu” der. Kadın köyün ufak tefek mescidini gösterince, çok duygulanan işadamı, bu köye güzel bir cami yaptırmayı düşünür. Bir süre sonra tekrar gelir caminin temelini attırır ve iki yıl içinde inşaatı tamamlar. Bu hayırsever zat öylesine ihlaslıdır ki, adını bile söylemeden çeker gider.

Kardeşlerimizin gözü, Türk işadamlarımızın yolunda. Onlar, imkanları bol olan bu bölgeye en fazla Türk işadamlarının gelmesi onlarla ve birlikte çalışmak arzusunda olduklarını açıkça ifade ediyorlar.

Rodoplar’ın engin yaylalarını, dört mevsim yeşil dağlarını, berrak suların aktığı vadilerini kendilerine yurt edinen Pomak Türkleri, Osmanlı döneminde huzur ve sükun içinde yaşadılar. Ancak bu mutluluk günleri, 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi) ile sona erecek, dayanılmaz çileler ve felaketlerle yüklü uzun yıllar gelip çatacaktı.

93 Harbi’nden Balkan Harbi’ne kadar geçen dönemde, Türk azınlığı hedef alan Bulgarlaştırma operasyonlarında, binlerce masum öldürüldü. 200 bin Pomak Türkü’nün isim ve dinleri zorla değiştirildi. Zulüm öylesine ileri boyutlara vardırıldı ki, Balkan Harbi sırasında Genelkurmay Başkanı olan Sarafov, yayınladığı genelgede, bütün Pomaklar’ın Bulgarlaştırılmasını, karşı koyanların ise öldürülmesini emrediyordu. Bu kanlı terör, Ikinci Dünya Savaşı yıllarına kadar periyodik aralıkarla sürdürüldü.

1944’den sonra, asimilasyon vahşetinin bayrağını komünistler devralmıştı. 1961-62 arasında isim değiştirme operasyonunu hızlandıran komünistler, 1972-73 yıllarında, bu defa tanklarla, toplarla, tüfeklerle Pomak köylerine girdiler, isim değişikliğine hayır diyenleri döve döve veya kurşuna dizerek öldürdüler. Bu katliam zinciri karşısında, Batı dünyası suskunluğunu korurken, Türkiye’den de pek fazla ses çıkmamış1984 sonundan itibaren, zalim Jivkov, Bulgaristan’da yaşayan bütün Türkler’i yeniden baskı çemberine almış, cinayet ve işkence olayları çorap söküğü gibi birbirini takibe başlamıştı. Komünist yönetim, bu defa her yolu deneyerek, Bulgarlaştırma inadını neticeye vardırmak niyetindeydi. Ancak, 1989 yılında Türkiye’nin durumu dünyaya anlatması ve meseleye bizzat sahip çıkmasıyla, Bulgaristan hükümeti sarsıldı. Aynı yıl Türkiye’ye büyük çaplı bir göç akını olurken, Jivkov rejimi devrildi ve Pomaklar da derin bir nefes alabildiler.

Yüz yıl içinde tam yedi defa Bulgarlaştırma tezgahına sürülen Pomaklar, yaşadıkları bunca acıdan dolayı öylesine sinmişler ki, hala tedirginlik içindeler. Bazıları tekrar Türk ismi almaktan korkuyor ve “Bulgar, Bulgardır! Yarın ne yapacağı belli olmaz” diyerek, endişelerini dile getiriyorlar.

Kadın belediye başkanı

Bulgaristan’da beş yıl önce yerleşmeye başlayan demokratik düzenin, henüz arzulanan seviyede olmasa bile, bir ölçüde fikir hürriyeti getirdiği kesin. Bu fırsattarı yararlanan Yakorudalı Nayla Salih, özbeöz Türk olduklarını ve demokratik bir düzende herkesin kendi milli benliğine sahip çıkma hakkı olduğunu açıklayan bir bildiri yayınlamış. Bu cesaretinden dolayı hemşerilerinin sevgisini kazanan Nayla Salih, 1991 seçimlerinde Pomak Türkleri tarihinde ilk kadın belediye başkanı seçilmiş. Kendisi ile görüşmemiz sırasında bölgenin problemleri konusunda bilgiler veren Salih, “Her şeyden önce etnik kimliklerimiz muallakta. Geçen yıl yapılan nüfus sayımında, bölgedeki Pomaklar, kendilerinin Türk, anadillerinin de Türkçe olduğunu yazdılar. Parlamento olayı protesto etti, biz de dava açtık. Hala bir netice yok. Bulgar Parlamentosu beni şoven ilan etti. Ayrıca Bulgar basınının açık hedefi haline geldik” diyor.

Nayla Hanım’ın açıklamasına göre, bölgenin şu andaki en önemli meselelerinden biri. Türkçe eğitim. Bütün köylerdeki öğrenciler Türkçe okumak istiyor ama, öğretmen sayısı çok eksik. Türk işadamlarının bölge halkı için Türkçe kursları açmaları teselli olacak.

İşsizlik had safhada

Pomak Türkleri, hayvancılık ormancılık ve tarımla uğraşıyor. Arazinin izin verdiği ölçüde yapılan tarım, insanların ancak geçmişini sağlamaya yetiyor ve pek çok kişi adeta karın tokluğuna çalışıyor. Bölgede, endüstriyel faaliyetler yok denecek kadar az. Pomaklar, peynircilikleri ile ün yapmışlar ama, son yıllarda bölgedeki büyük ve küçükbaş hayvan sayısının azalması sonucu epeyce mandıra kapanmış. Tütüncülükle uğraşanların bir kısmı da, emeklerinin karşılığını alamadıkları için, geçen yıl bu işi bırakmak zorunda kalmışlar.

İşsizliğin yüzde 80’lere vardığı Rodoplar’da yaşama savaşı veren Pomak Türkleri, günümüzde ülke dışına veya Sofya, Filibe gibi büyük şehirlere mevsimlik işçi olarak gidiyorlar.

Komünist düzenden sonra geçilen serbest piyasa ekonomisinin işsizlik oranını yükselttiğini ifade eden Pomaklar şöyle diyorlar:

“Osmanlılar’ın çekilmesinden sonra, Bulgarlar bizlere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptı. Kasıtlı olarak, gerekli eğitimi vermediler. Aramızdan okuyabilme imkanı bulanlar ise hükümet yetkililerine yakın olanlardı. İşsizlik, bölge kasabalarında yaşayan Bulgarlar’ı pek etkilemedi. Zira, Rodoplar’da birçok belediyenin idaresi Pomaklar’ın elinde olmasına rağmen, komünist dönemde ekseriyetle Bulgar olan memurlar, şimdi işten çıkarma kanununa sığınarak, yine görevlerine devam ediyorlar.”

Bulgaristan’da alınan yeni ekonomik kararlar, özel sektörün gelişmesine imkan sağlamış. Ancak, kendi işlerini kurmak isteyen Pomak Türkleri, Türk isimleriyle müracaat ettikleri için bürokratik engellerle karşılaşıyorlar. Bugün kendi işini kurabilen Pomaklar’ın sayısı bir elin parmakları kadar az. Çünkü, serbest pazar ekonomisinin sağladğı fırsatlardan büyük ölçüde Bulgarlar istifade ediyorlar. Yabancı yatırımcı şirketler genellikle Makedon ve Yunanlılar daha ziyade kereste, kömür, mantarcılık, konfeksiyon gibi işleri yaparken, az sayıda Pomak Türkü’ne de iş imkanı doğuyor. Bu sebeple, Pomak Pamuk TürkIer’in esas geçim kaynağı ormancılık. Bulgaristan’da ormanlık alanların büyük bölümü Rodop dağlarında olduğu için, Pomaldar da bundan yararlanıyor.

Bulgaristan’da isim baskısı hala devam ediyor. İşte, lise ikinci sınıf öğrencisi Naciye, üniversiteye girebilmek için Bulgarlar’ın taktığı Veneta ismini kullanmak zorunda. Eski ismi Mehmetoğulları olan Svetka Petka köyünden Musa Haticin ise, Emine isimli genç kıza tarihlerini anlatıyor.

POMAKLAR’IN MENŞEİ VE DİLİ

omak Türkleri, 996 yılında Peçene7~ Türkleri ~3)(Boşnaklar) ile birlikte Orta Asya’dan ayrılıp, f~ birçok savaştan sonra Balkanlar’a innıeye 4 başlayan Kuman Türklerinin soyundandır. Kumanlar, 1034 yılından itibaren Rodoplar, Batı Trakya ve Vardar Makodenyası’nı hdkimiyetleri altına alırlar ve 1087 yılında Balkanlar’da, Peçenek Türkleri ile Kuman-peçenek Birliği’ni kurarlar.

Caka Bey’in Ege adalarını hökimiyeti altında bulundurduğu yıllarda, Ege bölgesinden 54 bin Yörük. Rodoplar’a gönderilir. Aydınoğulları beyi Gazi Umur Bey’in teşvikiyle de 100 bin kadar Yörük Rodoplar’a iskan edilir. 1065-1335 yılları arasında Batı Trakya, Rodoplar ve Makedonya’ya göç suretiyle yerleşen 200 bin Yörük ile Pomak Türkleri arasındaki ırk ve kültür bağı, Saman olan Pomak Türklerinin topluca İslıimiyet’i kabul etmelerine sebep olur.

Tarihçi Ahmet Cevat Pomak Türklerinin bugün konuştuğu dil hakkında şu bilgiyi vermektedir:

“Rodoplar’da Pomak Türkleri’nin konuştuğu dili meydana getiren kelimelerin yüzde 30’u Ukrayna Slavcası, yüzde 25’i Kuman-Kıpçakça, yüzde 20’si Oğuz Türkçesi, yüzde 15’i Nogayca ve yüzde lO’u Arapçadır. Yunanldar’m ‘Elen Müslüman,’, Bulgarlar’,n da ‘Müslüman Bulgarlar’ olduklarını iddia ettikleriPomak Türkleri’nin men şeine dair belge ve bilgiler çok az sayıdathr. Bulgar ve Yunan yönetimleri, yıllardır uyguladıkları değişik asimilasyon çabalarına

rağmen, Pomak Türkleri’nin Türklük şuurlannın kuvvetlenmesinden son derece rahatsızdırlar. Bu iddialardan hangisinin doğru olduğunu, Pomak Türkleri’nin son yıllardaki kararlı mücadelesi ortaya koymuştur.

Ponıak Türkleri, Osmanlı Türkleri’nden önce Rodoplar’a gelip yerleşen ve Osmanlılar’afetihlerde devamlı olarak yardımcı olan Kuman Türkleri’nin tarunlarıdsr. Balkan Slavcasında ‘yardımcı’ tdbirinin tercümesi olan “pomaga” kelimesinden neşet etmiş

“Pomak” stj’atı ile anılırkır.”

Evlaci-ı FAtihan

Rodoplar’da, daima devlete sıidık,fedakdr, vefa-kar ve mazbut karakterli insanlar yetişti. Osmanlı Imparatorluğu’nun Avrupa’daki çeşitli eyaletlerinde zaman zaman isyanlar görülür, eşkıya dağlara çıkarken, bu bölge her devirde sükün içinde yaşadı. Rodoplu Pomaklar ve Yörükler, Osmanlı’nın zaferlerinde aynı coşkuyu, kötü günlerde aynı hüznü yaşadılar.

1487-1543 yılları arasında çıkan kanunnamelerde, Yörükler “Evldd-ıfdtihıin” olarak anılmış, bu sıfat 1843 yılında çıkarılan kanunncimeye kadar sürdürül. müştür.

1691 yılında, Rumeli aşiretleri lıakkında çıkarılmış bir kanunda şöyle denilmektedir:

“...Bu evMd-ıfdtihan taıfesi öteden beri devlet-i aliyyenin güzide bir cengö ver, itao.tlıferınan dinleyen askerlerinden olup eski seferlerde kiıffı2r ile yapılan harblerde kendilerinden nice yararlık ve yüz aklıklaıı zuhur etmiş ve bu sebeple bu tı4feye (Rumeli’deki Yödik, Poınak ve Tatarlar) evMd-ıfiitihan tesmiye olunmuştur.”

Tarih ve Medeniyet Haziran 1995

Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin en büyüğü:

KAZAKİSTAN

Birleşik Devletler Topluluğu’na dahil cumhuriyetler arasında yüzölçümü bakımından ikincz nüfus bakımından dördüncü sırada yer alan Kazakistan, genelde bir tarım ve hayvancılık ülkesi. 1989’da birbirine çok yakın olan Kazak ve Rus nüfus oranları, şimdi Kazaklar lehine hızla değişı’yor.

Prof. Dr. Nadir Devlet

Kazak adı yanlış olarak kullanıldığı için, önce bu konuya açıklık getirmekte yarar buluyoruz. Bilhassa Türkiye’de, Türk olan Kazaklar’la, Rusya’da sınır boylarında bir nevi bekçilik yapan, çoğunluğunu Slavlar’ın teşkil ettiği yan askeri gruplara verilen Kozak veya Kazaçi adı ile karıştırılmaktadır. İsimlerinin benzer olmasına rağmen, iki topluluğun birbiri ile hiçbir alakası yoktur. Ancak Ruslar, bu adı Kazak boyundan ödünç olarak almışlardır. Kazaklar, aşağı yukarı XV. yüzyılda, göç eden Türk kavimlerinin bakiyelerinin bir araya gelmesi, Sibir kavimleri ile Moğollar’ın da bir kısmını içine almalarıyla oluşmuş bir Türk kavmidir.

Kazak kelimesi, aslında “hür, serbest, bekür, mert, yiğit ve cesur” manasına gelir.

Hatta Türkiye’de, “Kazak erkek” tabiri, sertlik ifadesi olarak kullanılmaktadır. Bu ad, ilk manasıyla Slav dillerine de geçmiş ve bilhassa sınır boylarında bir nevi bekçi ve akıncı rolünü oynayan Slav gruplarına (msl. Don Kazakıları) da verilmiştir.

Ayrıca Kırgız, Kırgız-Kazak, Kırgız-Kaysak tabirleri de Ruslar tarafından yanlış olarak Kazaklar için kullanılmışsa da, Kazaklar hiçbir zaman kendilerini böyle anmamışlardır.

Biz de, Türk boyu Kazaklar’la Rus Kazakları karıştırmamak için ya Kozak veya Rus Kozak tabirini kullanmayı uygun buluyoruz.

Tarihçe: Çarlık döneminde Bozkır Genel Valiliği’ne dahil olan, Bolşevikler’in Orta Asya’da ha.kimiyeti ele geçirmelerinden sonra 26 Ağustos 1920’de Kırgız Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını alarak RSFSC’ye dahil edilen, 15 Haziran 1925’te ise yanlış olarak konulmuş Kırgız adının değiştirilmesi ile Kazak Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve ancak 5 Aralık 1936’da bugünkü adını ve statüsünü alan Kazakistan, 46-87 doğu enlemi ile 40-56 kuzey boylamı arasında, Orta Asya’nın geniş bozkırlannı ve civ.rındaki mıntıkalar içine almaktadır. Kuzey-batısında Volvograd (Stalingrad), Saratov, Orenburg, Çilebi (Çelyabinsk) vilayetleri (oblast), kuzeyinde Omsk vilayeti, kuzey-doğusunda Batı-Sibirya bölgesi, doğusunda Doğu Türkistan (SinkiangUygur Muhtar Bölgesi-Çin), güneyinde - Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan cumhuriyetleri ile Karakalpakistan bulunmaktadır. Batıdan doğuya doğru Volga nebi-mm aşağı mecrası ve Hazar denizinin doğu sahillerinden Doğu Türkistan’a kadar 2.500 kilömetre uzunluğunda ve kuzeyden güneye doğru aşağı yukarı 1.700 km. genişliğinde, 2.853.300 kilometrekarelik geniş bir sahaya yerleşmiştir. İdari yönden, aşağıdaki 20 vilayete (oblast) bölünmüş-tür: Aktübe (Aktyubinsk), Alma-Ata, Alma-Ata şehri, Cambul, Çimkent (Güney Kazakistan), Doğu Kazakistan, Guryev, Karaganda, Kızıl Orda, Kokçetav, Kustanay, Kuzey Kazakistan, SemipalatinsR, Cezkazgan, Mangışlak, Pavlodar, Taldı-Kurgan, Turgay, Uralsk (Batı Kazakistan), Tselinograd. Başkenti, ülkenin güney-doğusunda yer alan Alma-Ata’dır. Arazisi genellikle düz, ancak doğu ve güney-doğuda dağlıktır. İklimi kurak olup, yağışlar güney ve güney-batıya doğru gittikçe azalmaktadır. Bellibaşlı nehirleri İfliş ile Obi Kuzey Buz denizine ulaşır, diğerleri ise memleket içindeki göllere dökülür (Hazar denizi, Aral, Balkaş göllen v.b.).

Nüfus:1989 sayımına göre, Kazakistan’ın genel nüfusu 16.463.115 idi. BDT’ye dahil cumhuriyetler arasında, kapladığı alan bakımından Rusya Federasyonu ‘ndan sonra ikinci, nüfus yönünden dördüncü sırayı almaktadır. İstatistiklere göre, ülkede 84 ayrı millet veya etnik grubun temsilcileri bulunmaktadır. Bu gruplardan l0’unun nüfusu 100 binin üstündedir.

Kazakistan, Çarlık döneminden beri göç ve sürgün ülkesi (Alman, Çeçen v.b.) olmuştur.

TÜRK DÜNYASI UYANIRKEN

Prof. Dr. Nadir Devlet

Beklenmedik bir anda beş Türk cumhuriyetinin bağımsızlıklarını kazanmaları, bir haylimizi heyecana ve sevince boğmuştu. Bu olay üzerinden topu topu iki yıl geçti. İlk heyecanlarımız dindi ve en azından bir asırdan beri alakamızın olmadığı bu soydaşlarımıza daha tarafsız bakmaya başladık. Eski ilgimiz ve heyecanımız kalmadı. Çünkü kardeşlerimizle kurulan siyasi, ekonomik ve kültürel münasebetlerden bazılarımız beklediklerini bulamadılar, bazılarımız ise bu münasebetleri çok tabii karşılamaya başladılar. Ancak gene de soydaşlarımızın bizi, bizim soydaşlarımızı tam anlamda tanıdığımızı söylemek için vakit henüz çok erkendir; her ne kadar aksini iddia edenler varsa da... İşte bu görüşten hareketle “Türk Dünyası nedir?” sorusuna cevap aramaya çalışacağız.

Türk adı

Biz Türkiye’de bu adı, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan bütün vatandaşlar için kullanmaktayız. Bu, kelimenin dar anlamıdır. Geniş anlamda ise, dünyanın neresinde olursa olsun, soy yönünden Türklüğe bağlı herkese “Türk” deriz. Aynı adın hem dar ve geniş anlamlarda, yani hem millet, hem soy için kullanılmasının, soydaşlarımızı tereddüte düşürdüğü de olmaktadır. Şöyle ki: Orta Asyalı bir Kaak kendisine milliyeti sorulduğunda “Kazak” diye cevap verecek ve bizim gibi “Ben Türküm” demeyecektir.

Çünkü biz hem millet, hem soy adı olarak Türk’ü kullanırken, o millet adı olarak kendi boyunun özel adını, soy adı olarak da “Türk”ü veya “Türki”yi kullanacaktır. Aslında kendi bakış açılarımız yönünden her ikimiz de haklıyız ve bu konuda kim haklı, kim haksız gibi sonuç getirmeyecek bir tartışmaya girmenin de gerekli olduğunu düşünmüyoruz.

Dünyadaki Türkler

Bugün Türk soyunun dağılımını incelediğimizde ilgi çekici bir tabloyla karşılaşırız. Amerika kıtasında dahi Türkler’e rastlarız. Ancak Türkler’in dünya üzerinde yoğun bulundukları coğrafi bölgeleri, batıdan doğuya doğru aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:

Balkanlar, Türkiye, Iran, Kafkasya, Idil-Ural, Orta Asya:

a) Eski sovyet Orta Asya ve Kazakistan Cumhuriyetleri (Batı Türkistan),

b) Çin’in Doğu Türkistan bölgesi.

İşte saydığımız coğrafi bölgeler ve onlara komşu yörelerde yaşayan Türkler çok değişik adlarla bilinirler. Bunları, bulundukları devletlere göre şu şekilde inceleyebiliriz:

Bağımsız Devletler Topluluğu’ndakiler (nüfus yoğunluğuna göre): Özbek, Kazak, Azeri, Tatar, Türkmen, Kırgız, Çuvaş, Başkurt, Yakut (Saha), Karakalpak, Uygur, Kırım Tatarı, Kumuk, Gagauz, Tuvalı, Karaçay, Meshet (Ahıska), Hakas, Balkar, Altaylı, Nogay, Şor, Karaim, Kundur ve Dolgan.

İran’dakiler: Azeri, Kaşkay, Afşar, Şahseven, Kaçar, Karapapah, Hamse, Kengürlü, Türkmen v.b.

Afganistan’dakiler: Özbek, Türkmen, Kırgız, Kazak, Karakalpak ve Uygur.

Çin’dekiler: Uygur, Kazak, Kırgız, Salar (Salur), Şibe (Şive), Özbek, Sarı Uygur ve Tatar.

Irak’takiler: Türkmen.

Yukarıda saydıklarımızın dışında, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, (eski) Yugoslavya, Batı Avrupa ülkeleri, A.B.D., Avustralya, KKTC ve daha birkaç ülkede de, ekserisi Anadolu kökenli olan Türkler yaşamaktadır. Bu Türkler hakkında daha geniş bilgi vermeden önce, onları birleştiren faktörleri sıralamak uygun olacaktır.

Türkleri birleştiren faktörler

Yukarıda saydığımız değişik ülkelerde yaşayan ve çeşitli adlarla bilinen Türkler arasındaki ortak hususlar bir haylidir. Bizleri birbirimize yakın-laştıran bu ortak hususları, geniş anlamda paylaştığımız coğrafya, ilk ve Ortaçağlara dayanan tarih, dillerimizdeki benzerlikler, geçmişteki kültürel miras ve din olarak özetleyebiliriz.

Coğrafi faktör:

Tarihi faktör:

Dil faktörü:

Kültürel faktör:

Ahmed Yesevi, Ibni Sina, Dede Korkut, Köroğlu, Fuzuli, Nasreddin Hoca ortak değerler ve kavramlar olarak yaşamaktadırlar. Buna benzer örnekleri kolaylıkla artırmamız mümkündür. Bu da, geçmişimizde bugüne nazaran daha fazla kültürel ortaklıklarımızın olduğunu ispatlamaktadır.

Din faktörü:

Yukarıda sayılan bütün bu faktörler, değişik Türk topluluklarını, aralarındaki mesafeler ne kadar uzak olursa olsun, birbirlerine yakınlaştırmada mühim rol oynamaktadır. Ortak faktörlerin çok olması, diğer soylarda örneği görülmeyen bir dayanışmayı sağlayacaktır. Ancak bunun bütün Türkler ‘e anlatılması gerekmektedir.

Rejim ve ülke farklIlıkları

Yeryüzünde değişik adlarla bilinen ve nüfus toplamı 150 milyonu aşan Türk topluluklarını birleştiren bu faktörlerin yanısıra, son zamanlarda sıklaşan temaslarımız neticesinde, bazı farklılıklanmız olduğunu da fark etmeye başladık. Birtakım önyargılarla hareket ederek, gereksiz tatsızlık ve incinmelere yol açmamak için, bunları da bilmek ve dikkate almak zorundayız. Yanlış yorumlarla hasıl olacak kırgınlıklar, ancak düşmanlarımızın işine yarar.

Coğrafi olarak, Türk topluluklarını batıdan doğuya doğru incelediğimizde, ekserisinin sosyalist rejimli ülkelerde yaşadıklarını görürüz. (Eski) Yugoslavya, Romanya ve Bulgaristan’da 1945 ‘ten 1990 sonuna kadar, (eski) Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde 1920’den 1991’in sonuna kadar ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde ise 1945 ‘ten bugüne kadar tek parti hakimiyetine dayanan sosyalist rejimler mevcuttu. Türkler’in yoğun olduğu İran İslam Cumhuriyeti, Afganistan, Suriye ve Irak’ta da diğer totaliter rejimler bulunmaktadır. Kısaca, Türk topluluklarının büyük çoğunluğu, çok uzun yıllar demokrasinin nimetlerinden yararlanamamışlardır. Bu da onların fikir, duygu-düşünce yapılarının, yaşayış tarzlarının, dünya görüşlerinin, devletle olan münasebetlerinin ve hatta çalışma anlayışlarının bizlerden çok farklı gelişmesine sebep olmuştur.

Alfabe, dil, edebiyat farklılıkları

Bilindiği üzere Türkler, tarihlerinde sırasıyla Göktürk, Uygur ve Arap harflerini kullanmışlardır. Bugün ise, Türk dünyasında genelde üç değişik alfabe kullanılmaktadır: Latin, Kril (yani Rus) ve Arap harfleri...

Latin harfleri, Türkiye ve onun doğrudan doğruya kültürel etkisinin bulunduğu Balkan Türkleri tarafından kullanılırken, eski Sovyetler Birliği’ndeki Türk toplulukları, Rus alfabesi esasına dayanan Kril harflerini kullanmak zorunda bırakılmışlardır. Arap harflerine gelince, Arap (ve İran) ülkelerinde ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşayanlar kullanmaktadır. Başka bir ifade ile, bizler onların eserlerini, onlar da bizim eserlerimizi okumaktan malirum edilmiş durumdayız.

Anlaşmamıza set çeken diğer bir husus, bu alfabe meselesinin dışında, yazılı edebiyatlarımızdır. Tarihin ilk dönemlerinde, yani hepimiz anayurdumuzda yaşarken, “Ana Türkçe” kullandığımızı tahmin etmekteyiz. Ancak tarihin akışı içinde birbirimizden uzaklaştıkça ve değişik siyasi yapılara kavuştukça, “Ana Türkçe” de ortadan kalkmış veya geniş çapta değişikliğe uğramış ve her Türk topluluğu kendine has değişik dil, lehçe veya şivelere sahip olmuştur. İşte, bu yeni dillerde yazılan eserleri anlamak, günümüzde hayli zorlaşmıştır. Her ne kadar ortak kelimeler mevcutsa da, bunların yazılış şekilleri değişmiş, benzer kavramlar için değişik kelimeler kullanılmaya başlanmıştır. Mesela, Orta Asya’da “teşekkür” yerine “rahmet” sözü kullanılmaktadır. Bunu ilk duyduğumuzda, kafamız karışmaktadır. Şu anda birbirimizin edebi eserlerini anlamamız için, onların Latin harflerine aktarılması kafi gelmemekte, çevirmemiz gerekmektedir.

Kültürel farklılıklar

Son üç çeyrek asırda Türkiye bilhassa eski SSCB’deki Türk topluluklar arasında hiçbir çeşit kült münasebet olmamıştır. Oradaki topluluklar, güçlü Rus kültürü ve dilinin etkisinde kalmışlardır. Opera, bale sanat dallarında bazıları dünya çapın şöhret kazanan sanatkarlara sahip muşlar, folklorda gıpta edilecek profesyonelliğe ulaşmışlardır. seviyeleri çok yüksek olup, okuma yazma bilmeyenleri yok denecek kadardır. Bununla birlikte, okuma seviye bizleri hayrete düşürecek kadar çoktur. En ufak Türk toplumuna mensup şair ve yazarların eserleri Türkiye ölçülerine göre çok yüksek tirajda basılmaktadır.Yemek kültüründe de bazı farklılıklara rastlamaktayız. Mesela hiç yenmeyen at eti çok makbuldür ve kısrak sütü “kımız”, milli içki durumundadır. Rusların etkisi ile alkol tüketimi de hayli yüksektir.

Siyasi konumdaki farklılıklar

Son yıllarda bağımsız Türk cumhuriyetlerinin sayısının artması, Türkiyemizin bu Türk toplulukları ile ilişkilerini milletlerarası hukuk açısından belirlemesini gerektirmiştir.

Birinci kategoride, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup da halen yabancı ülkelerde yaşayan takriben 3 milyon Türk bulunmaktadır. Türkiye, bu vatandaşlarının hak hukuklarını kollamak ve onlara karşı yapılan adaletsizlikleri ilgili ülkeler nezdinde çözüme kavuşturmakla mükelleftir. Ikinci kategoride ise, ikili andlaşmalar çerçevesinde azınlık hakları garanti altına alınan Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türkler gelmektedir. Uçüncü kategoride, doğrudan doğruya siyasi ilişkiler kurduğumuz KKTC ile bağımsızlığını yeni kazanan beş Türk cumhuriyeti bulunmaktadır. Nihayet dördüncü kategoride, yoğun olarak Rusya Federasyonu (Tatar, Başkurt, Çuvaş v.b.), Ukrayna (Kırım Tatarları), Iran İslam Cumhuriyeti (Azeri, Kaşgay, Afşar vb.). Çin Halk Cumhuriyeti (Uygur, Kazak v.b.) ve Afganistan, İrak, Suriye gibi Arap ülkelerinde bulunan, kendileri ile herhangi resmi ilişkiye giremediğimiz, haklarını hiçbir şekilde kollayamadığımız Türk toplulukları yer almaktadır.

Yeryüzünde ne kadar Türk var?

Dünyadaki soydaşlarımızın kesin nüfusunu belirlemek, olağanüstü zor ve belki de imkansız bir iştir. Sosyalist ve totaliter rejimli ülkelerde yaşayanların sayılarını gösteren resmi verilere şüphe ile bakma eğilimi oldukça güçlüdür. Ancak elimizde başka veriler olmadığından ve bu ülkelerin de kendi ekonomik, sosyal ve siyasi planlamaları için aşağı yukarı gerçekçi rakamlara muhtaç olduklarını da göz önünde tutarak, mevcut verilere göre tahminler yapmak durumundayız. Buna göre, kabaca bir hesapla yeryüzündeki Türk topluluklannın toplam nüfusunu en az 140 ve en fazla 160 milyon olarak tahmin ediyoruz:

1994 yılına göre Türk topluluklarının tahmini nüfusu:

Bağımsız Devletler Topluluğu 53.500.000

Türkiye Cumhuriyeti 50.000.000
Iran Ishim Cumhuriyeti 18.000.000
Çin Halk Cumhuriyeti 10.000.000
TC. vatandaşları (yurtdışı) 2.500.000
Afganistan 2.500.000
Bulgaristan 1.200.000
İrak . 1.000.000
Balk. ülk. (Bulg. hariç) : 390.000
Diğer ülkeler 450.000
KKTC 200.000
TOPLAM :139.640.000

Bazı yazar ve düşünürlerimiz, dünya Türklüğü’nün nüfusunu 200 milyon, hatta bazen daha fazla olarak verme eğilimindedirler. Ancak bu iddiaları ispatlamak hiçbir şekilde mümkün değildir. Dolayısıyla isbat edemeyeceğimiz veriler kullanmak, bizlere olan inancı sarsmaktan başka bir şey getirmeyecektir. Aslında 150 milyonluk bir rakam dahi, dünyada hatırı sayılır bir faktördür. Fakat bu nüfusun mütecanis olmadığını da unutmamız gerekir.

Şüphesiz, nüfus mühim bir faktör-dür. Ancak, güçlü bir topluluk olabilmek için, bu nüfusu destekleyecek bir hayli başka faktörün de birlikte bulunması gerekmektedir. Yine de herşeye rağmen, değişik Türk topluluklarının bazıları, bulundukları bölgelerde yoğun nüfusları sayesinde mühim bir siyasi ağırlık kazanmışlardır.

(Gelecek sayımızda, işte böyle mühim bir siyasi faktör olan Bağımsız Devletler Topluluğu’ndaki Türk topluluklarını ele alacağız).

Sömürgecilik. Panislamizm Işığında

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan Kafkasya ve Türkistan’daki Türk devletleri ile ilgili araştırmaların artması sevindirici bir gelişmedir. Türkistan’la ilgili bugüne kadar hazırlanmış en mükemmel eser, yazarın da işaret ettiği gibi, Zeki Ve

lidi Togan’ın “Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi” olduğu halde, birincil kaynak durumundaki bu eser dahi ülkemizde yeteri kadar işlenememiş ve geçen zaman içerisinde yeterli araştırmalar yapılamamıştır. Dr. Yalçınkaya’nın bu eseri, son yıllarda yapılmış olan diğer çalışmalarla birlikte konunun önemine işaret etmektedir.

Türkistan ve Kafkaslar’ı konu alan araştırmaların, ele alınan konunun hususiyeti ile birlikte 19. yüzyılın sömürge politikalarını ihmal etmemesi gerektiği, eserin en mühim sonuçlarındandır. Eser, konu ile ilgilenmek isteyenlere, başvurulması gereken evrak ve kitaplarla ilgili zengin adresler vermektedir.

Giriş kısmında, kitabın genel planı ve muhtevası verilmektedir. Birinci Bölüm’de ‘Türkistan Terimi, Coğrafi ve Siyasi Sınırları”nı işleyen yazar, ‘Türkistan” yerine, 1917 İhtilali’nden sonra “Orta Asya” isminin kullanılmasının arkasındaki sömürgeci zihniyet temeline dayalı siyasi sebepleri anlatır.

İkinci ve Üçüncü Bölümler’de, ‘Başlangıçtan İtibaren Türkistan Tarihi” ile 1 860’larda “Türkistan İşgali’n in Tamamlanması” ele alınır. Bu bölümün sonunda yer alan, Karl Marks’ın EK l’de (ss. 104-110) tercüme edilmiş olan “Rusya’nın Borcu” adlı makalesi, Rusya’nın Türkistan işgalini izah eden son derece önemli bir metindir. Türkistan ve diğer bölge ülkeleri konusunda çalışanların bu makale ile birlikte, bu makaledeki iddialan destekleyen ve EK V’de tercümesi verilen (ss. 333-374) İngiltere Avam Kamarası’nda Türkistan’ın işgali ile alakalı oturum zabıtlannı, bilhassa Disraeli ile diğer iktidar ve muhalefet mensuplarının açıklamalarını mutlaka dikkate alması gerekmektedir.

Işte bunlardan birkaçı:

“~Rusya’nın Himalaya önlerine kadar gelmesinde bir problem yoktur. Onlar Rusya’yı medeni bir devlet olarak görürler ve Türkistan’ın Rusya tarafından işgal edilmesini iyi bir gelişme olarak karşı lanam... ‘~ (Cochrane)

“Rus imparatorluğunun, Asya’da, normal seyri içindeki gelişmesini kıskan çlıkla karşılamamız için bir sebep yoktur St. James ve St. Petersburg heyetlerinin aralarındaki diyalog, hiç bir zaman şimdikinden daha iyi olmamıştır Şimdi, Rusya%ın Orta Asya’daki nüfı2zunun artmasına tehlike nazarımızla bakmaksızın, ben, Ingiltere nin Hindistan’ı zapt etmemesi için düşünülebilecek sebeplerden daha farklı bir sebebin, Rusya’nın Türkistan’ı zaptetmemesi için olmadığı kanaatindeyim. Sadece şunu arzu ederim ki Hindistan halkının, bizim tarafımızdan fethedildiği için bundan kazançlı çıkmaları gibi, Tatam ülkesi ve halkı da, Rusya tarafından fethedildikleri için bundan istiföde ederler...” (Disraeli)

Asya’da doğuya ve kuzeye gidecek olan Rus medeniyeti ve ticaretinin genişlemesini bizim imkanımız döh ilin-de olan her vasıtayla selam lamak ve teşvik etmek mecburiyetindeyiz..” (Havelock)

Daha sonraki bölümlerde, Rusya’nın işgal sonrası politikalarını ele alan yazar, sömürgecilik-panislamizmpantürkiz~ münasebetleni çerçevesinde, Rusya’nın bölgede varlığına süreklilik kazandırdığını ortaya koyar. Yazarın, Togan’dan naklettiği şu cümle, Çarlık rejiminin yıkılmasından sonraki döneme ait olup, pan harekefleni konusunun önemini ortaya koyar: “... Türkistan, Kazak ve Başkurt siyasi merkezleri aynı gaye uğrunda çalışmak üzere, aynı şekilde kurulmuş oldu. Bunları tek bir resmi merkeze töbi kılmak yolundaki yegane mani de, Rusların “pantürkizm” ithamlarından sakın mak mecburiyeti idi.” Gerçekten de gerek Türkistan’ın gerekse diğer Orta Doğu veya İslam ülkelerinin işgali esnasında, Müslüman halkların her türlü hak arama mücadelesi, örgütlenmesi, yayın vb, faaliyetleri için emperyalist bir anlamı olan panislamizm veya pantürkizm suçlaması formülü zaman zaman gündeme getirilmiştir. Bu eserde, Türkistan’ın işgaline de ışık tutacak, “sömürgecı-«pan»lı suçlama” bağlantısı, sömürgecilenin bilinen sömürü ve kültür katliamı birlikte değerlendirilmektedir.

Eserde üzerinde durulan diğer bir husus, ise Rus işgali sonrasında, Türk halkları arasında meydana gelen bölünmelerdin. Gaspıralı Ismail Bey’in önderliğindeki Cedit hareketi ile, işgal altındaki Türk toplumunun Ceditçiler ve Kadimciler diye nasıl ikiye bölündüğü, enerjilenini ve mesailenini Rus sömürüsüne karşı kullanması gereken ulema, aydın ve toplumun diğer kesimlerinin nasıl birbirine düştüğü örnek olaylarla gözler önüne senilmektedin.

1 990’dan itibaren, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Türkistan ve diğer Türk halklarının siyasi, iktisadi ve kültürel yönleri, dünya ve Türkiye kamuoyunu daha fazla meşgul etmeye başlamıştır. ‘Yeni Dünya Düzeni!” içerisinde, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere birçok ekonomik zenginlikleni ile önemli bir yer tutan Türkistan’a daha önce Rusya egemen durumdaydı. Bugünkü yapıyı daha iyi anlayabilmek için, Türkistan’ın en az bir veya iki asırlık tarihini iyi ele almak gerekiyor. Eser bu alanda önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun takdimiyle de okunlarının karşısına çıkan ve büyük bir emek ve mesamm ürünü olan bu kıymetli eseri tüm okunlanmıza ve araştırmacılara tavsiye ederiz.

TÜRKMEN TÜRKLERİ

Anlamı ve ortaya çıkışı konusunda farklı görüşlerin bulunduğu Türkmen adı, ilk olarak 10. yüzyılda kullanılmaya başlamıştır. İslamkaynaklarına göre, Müslüman olan Oğuzlar, Müslüman olmayanOğuzlara Türkmen adını vermişlerdir[1]. Türkmen adı, Türk-manend >Türkmen "Türk'e benzer", Türk men "ben Türküm", Türk men "Türkinsanı", Tyurkman, Tyurkban > Türkmen "Türkler'in yurdu", Türkiman >Türkmen "İmanlı Türk", Tirkeman > Türkmen "ok atıcı halk",Türkmen"Türkler'in esası, hakiki Türk", anlamlarında açıklanmıştır[2].Türkmenistan, Türkiye, İran, Suriye, Irak, Afganistan, Özbekis-tan,Tacikistan, Karakalpakistan ve Kuzey Kafkasya'da yaşamakta olanTürkmenler Sünnî Müslüman'dır[3]. Türkmen Türkleri'ne bellidönemlerde iç içe yaşadıklan Kıpçak ve Çağatay Türkleri de karışmışolma-sına ragmen, bu gün de eski Türkmen adet ve geleneklerini büyükölçüde sürdürmektedirler[4].Türkmenistan'daki Türk varlığı 5. yüzyılda Hunlar'ın bölgeyegir-mesiyle başlar. Türkmenistan, Arap, Moğol ve İran işgallerineuğramış olmasına rağmen Azerbaycan ve Anadolu'daki Türic hakimiyetine her za-man kaynaklık etmiştir[5]. Türkmenistan'ın yakın tarihi üzerinde çok büyük izler bırakan Ruslar,1881'deki Göktepe Savaşıyla bu ülkeye girmişlerdir. Uzun yıllar süren Çarlık hakimiyetinin sonunda 1917'de Bolşevikler'in Türknaenis-tan'dakontrolü ele geçirmesinin ardından, 27 Ekim 1924'te Türkmen SSC ilan edilmiştir. 70 yıla yaklaşan esaretin sonunda diğer Türk cumhuriyetleri ile birlikte 27 Ekim 1991'de Türkmenistan da bağımsızlığına kavuşmuştur. 1989 nüfus sayımına göre, Bağımsız Devletler Topluluğu'nda 2.537.000'i Türkmenistan'da olmak üzere toplam 2.718.297 Türkmen Türkü yaşamaktadır. Türkmenler, Türkmenistan'daki nüfusun % 68.4'ünü teşkil etmektedir. Özbekistan'da yaşayan 122.576 Türkmen, ülke nüfusunun % 0.6'sını, Karakalpakistan'da yaşayan 60.244 Türkmen, özerk cumhuriyetin nüfusunun % 5'ini, Tacikistan'da yaşayan 20.527 Türkmen, ülke nüfusunun % 0.4'ünü meydana getirmektedir. Bağımsız Devletler Topluluğu'nda son on yılda % 34'lük bir artış kaydeden Türkmenler'in % 93'ü Türkmenistan'da yaşamaktadır. Türkmenistan nüfusünun % 45'i şehirlerde, % 55'i köylerde ikamet eder. Ülkenin % 72'sini meydana getiren Karakum çölü yerleşime pek fazla uygun olmadığından kilometre kareye 7 kişi düşmektedir[6]. Buna rağmen Türkmenistan ekonomisi tarıma dayanır. Pamukçuluk, meyve yetiştiriciliği, buğday, mısır, arpa, tütün tarımı yapılır. Petrol, tabiî gaz, kükürt, kurşun belli başlı yeraltı zenginliklerindendir. Tekstil, makine, inşaat, elektronik, kimya endüstrisi gelişmiştir. Ruslar Türkmenistan'da 1928'den sonra İslam aleyhtarı faaliyetlere girişmişlerdir. 1979'da sadece dört cami ibadete açıktı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen tarikatların yaygın faaliyetleri, dinî ve millî adetlerin birbiriyle karışmış olması dinî duyguları ayakta tutmuştur[7]. J.C. Dewdney, bu gün dünyada 4 milyon Türkmen'in yaşadığını ve bunların 2 milyonunun Türkmenistan'da, 400.000'inin Afganistan'da 500.000'inin îran'da, 500.000'inin Irak'ta ve 300.000'inin Türkiye'de bulunduğunu iddia etmektedir[8]. Ancak bu rakamların Türkmenistan dışında kalan Türkmenler için farklı kaynaklarda değişik biçimlerde verilmiştir. Mehmet Saray ise, bu günkü Türkmen nüfusunu, Türkmenistan'da 3.000.000 civarında, İran'da 2.000.000, Afganistan ve diğer komşu ülkelerde 1.000.000 olmak üzere toplam: 6.000.000 olarak tahmin etmektedir[9]. Mehmet Saray'ın bu tahmininde Irak Türkmenleri ile ilgili her hangi bir değerlendirme bulunmamaktadır. Stavropol veya Kafkas Türkmenleri'nin nüfusu hakkında ise iki yazarın da her hangi bir görüşü yoktur. Marat Durdıev ve Şöhrat Kadırov, Stavropol'da 15.000, Dogu Türkistan'da 100.000,, Afganistan'da 360.000, İran'da 750.000, Suriye'de 60.000, Türkiye'de 140.000 Türkmen bulunduğunu tahmin etmektedirler. Dünyadaki Türkmenler'in BDT ülkelerindeki 1989 nüfus sayımı sonuçlarına ve diğer ülkelerdeki 1987 yılı rakamlarına göre toplam 5.152.000 olduğunu ileri sürmektedirler[10]. Türkmen Türkçesi, Oğuz grubu şîveler arasında önemli bir yere sahip olmasına rağmen, "Türkmenistan'da basılan kitapların çok azı bu şîveyle yayınlanmıştır. Türkmenistan'da kullanılan yazı dili, 1925'ten beri Türkmen - Yomut ağzına dayanmaktadır. Türkmen Türkleri de, diğer Türk toplulukları gibi önce ?, 1927-1928 yıllarından itibaren Lalin, 1937 yılından sonra da Kiril alfabesini kullandılar. Ancak son yıllarda görülen genel eğilim doğrultusunda Türkmenistan da 1992 yılında alınan bir kararla 1995 yılından başlamak üzere 33 harfli ortak Türk alfabesine göre düzenlenmiş 30 harfli Latin alfabesine geçilmiştir[11]. Türkmen Türkçesi'nin zengin sözlü kaynaklara dayanan hir cdehi-yat geçmişi vardır. Köroglu, Şusenem Garip, Leyla Mecnun. Yusup Züleyha. Zöhre Tahir, Aslı Kerem tanınmış destan ve halk hikayeleridir. Aynca masallar, ata sözleri, bilmeceler ve aydım denilen türküler oldukça canlı ve yaygındır. Bu edebî zenginlikler Kafkasya Türkmenleri arasında da bilinmektedir. Türkmen Tükçesi, Mahtımgulı (1730-1780)'nın şiirleri ile bir yazı dili haline gelmiştir. Mahtimgulı (~Mahtumkulu) meşhur Türkmen şairi Devlet Mehmed Azadî'nin oğludur. İlk bilgileri babasından almış; daha sonra ise Buhara ve Hive'de medrese öğrenimi görmüştür. Arapça'yı, Farsça'yı, klasik Çağatay Türkçesi'ni öğrenen Mahtımgulı, Nizamî, Sadi, Fuzülî, Nevayî gibi Türk ve Fars edebiyatlarının büyük şairlerini okumuş-tur. Bazı şiirlerinde Pıragî (

Kazan Tatar Türkleri

Tatar boy adı, ilk olarak Kültigin (Doğu 2.-3.st.) ve Bilge Kağan Yazıtları'nda diğer Türk boy adlarının yanında Otuz Tatar ve Tokuz Tatar şeklinde geçmektedir. Tatar Türkleri bu devirde Uygurlar'ın doğusunda yaşıyordu.

Tatar adı, Çin kaynaklarında 9. yüzyıldan sonra anılmaktadır. Edebiyatımızın en büyük şaheserlerinden olan Dede Korkut Hikayeleri'nde de Tatar boy adı geçmektedir. Bu kaynakların dışında, Kaabusname'de Tatarlar'ın dokuz Türk kavminden biri olarak gösterildiği, Divanü Lügati't-Türk'te Türk kavimleri arasında Tatarlar'ın da sayıldığı, Tarih-i Fahreddin Mübarekşah'taki Türk kavimlerine ait listede Tatar isminin de bulunduğu görülmektedir. Tatar adı çeşitli kaynaklarda dağ kişisi, tatar, barbar, vahşi, okçu halk, put (ongun), defter, su Moğolu, Yabancı gibi anlamlarda açıklanmıştır.

Yakın döneme kadar Ruslar, Avrupa Rusyasında yaşayan bütün Türk soylu Müslümanlara, batılı yazar ve araştırmacılar ise Türkistan ve Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan Türklere Tatar demişlerdir Osmanlı Devleti'nde Tatar adı, 16. yüzyıldan itibaren Kuzey Türkleri için kullanılmıştır. İslam Dünyası'nda ilk zamanlarda Tatar sözüyle Moğollar kastedilmekteydi. Arap tarihçilerden İbnül Esir, İbn Kesir, İbn Haldun (Cengiz Han ve ordusu için Tatar sözünü kullanmışlardır. Bu alışkanlığın etkisiyle günümüz Arap araştırmacıları da Tatar sözünü Moğol yerine kullanmaktadırlar.

Moğol ordularının büyük zaferler kazandığı ve bütün dünyayı sarstığı devirlerde, Moğol askeri gücü içinde Türkler'in özellikle Kıpçak Türkleri'nin çok büyük bir ağırlığı vardı. Türkler'in önemli bir yer işgal ettiği bu Moğol orduları 13. yüzyılda Rusya'yı baştan başa işgal etti. Böylece Türkler Moğollarla birlikte bu topraklara yerleşti. Bu geniş alanın Cengiz'in soyundan gelenler arasında bölüşülmesi sırasında büyük oğlu Cuci'ye verilen Doğu Avrupa topraklarına dahil olan İdil-Ural sahasında ve Karadeniz'in kuzeyinde bulunan bölgede Cuci'nin oğlu Batu Han'ın hükümdarlığında Altın Ordu Devleti kuruldu. Batu Han'dan sonra 1250'de tahta Müslüman olan kardeşi Berke geçti ve Bereke adını aldı. Bereke, Altın Ordu Devleti'nde İslamiyet'i resmi din haline getirdi ve Selçuklu Hanedanı'ndan bir hanımla evlendi. Bu evlilikten doğan oğlu İzzedin'e Solhat ve Sudak şehirleri ile yöresinin idaresini verdi. İzzeddin annesinin teşvikiyle Anadolu'dan binlerce Müslüman Türk getirerek bunları Kırım'a yerleştirdi. Altın Ordu Devleti'nin Moğol ağırlıklı üst yönetimi halk arasında giderek çoğalan Türk varlığı karşısında direnemedi ve Türkleşmeye başladı. Böylece Altın Ordu, 14. yüzyılda tamamıyla bir Türk devleti haline geldi. 1396'da Altın Ordu Hanı Toktamış, Timur'a yenilince devleti parçalandı ve ortaya Kazan, Kırım, Astrahan, Kasım hanlıkları çıktı. Bu hanlıklar artık Türk asıllı ve Türkleşmiş topluluklardan meydana geliyordu.

Bu dönemden itibaren Tatar adı, kavmi, ırki veya soyla ilgili bir mensubiyet ifadesi olmaktan çıktı ve Türk-Moğol İmparatorluğu'nun varisi olan bu hanlıkların tebası olanlar için kullanılan bir siyasi terim haline gelmeye, yani tarihi vatandaşlık bağı bildiren bir söz olarak kullanılmaya başladı. Türkistan'daki Türkler'e başlarındaki hanlardan dolayı Özbek, son Altın Ordu Hanı Toktamış'a ayaklanıp onunla savaşan tümen beyi Nogay'ın buyruğu altındakilere de Nogay denildi. Böylece Tatar adı Moğollarla ilgili bir söz olmaktan tamamen çıktı ve Cengiz'in kurduğu Türk-Moğol İmparatorluğu'nun varisi olan, Altın Ordu Devleti ve bu devletin dağılmasından sonra kurulan hanlıkların idaresinde yaşayan Türkler ve Türkleşmiş topluluklar için kullanılmaya başladı.

Başlangıçta bu şekilde ortaya çıkan bir siyasi mensubiyet ifadesi olan Tatar adı, 20. yüzyılın başlarında milliyet anlayışı kuvvetlenince Rusya'nın hakimiyeti altında yaşayan Türkler arasında bir milliyet ifadesi gibi kullanılmak üzere yeniden gündeme geldi. Bugün kendilerine Tatar diyen topluluklar, bu adla milliyetlerini veya etnik köklerini değil, tarihten gelen bir ortak siyasi kimliği ifade etmektedirler. Bu sebeple 20. yüzyılda Tatar adıyla anılan Türkler, Moğol veya Moğol asıllı değil, ataları Moğol idaresinde yaşamış ve zamanla Moğolları da Türkleştirmiş Türkler'dir. Kazan Türkleri soy olarak Bulgar Türkleri'ne dayanmaktadır. Ancak 11. yüzyıldan itibaren Moğollardan çok önce bu bölgelere Kıpçak-Kuman Türkleri gelip yerleşmişler ve Bulgar Türkleri ile karışıp kaynaşarak bugünkü Tatar Türkleri'ni meydana getirmişlerdir.

Rus sömürgeciliğinin güçlü olarak hissedildiği dönemlerde Kazan ve Kırım Türkleri Tatar adlandırmasını tam olarak kabul etmemişlerdi. Bu ismin Ruslar tarafından verildiğini düşünerek Kazan Türkleri, Kazanlılar, Kırım Türkleri, Kırımlılar gibi ifadeleri daha çok kullanmaktaydılar. Ancak son yıllarda Tatar adının bu adla anılan Türk topluluklarınca da benimsendiği ve yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir.

Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde yaşayan Tatar Türkleri'nin sayısı 1989 nüfus sayımına göre 6.641.588'dir. Bu nüfusun 1.765.404'ü Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nde bulunmaktadır ve genel nüfusun %48.47'sini meydana getirmektedir. Tataristan, Kazan Tatar Türkleri'nin %25'inin yaşadığı bir ülkedir. Geri kalan Tatar Türkleri'nin 1.120.000'i Başkurdistan'da, 467.676'sı Özbekistan'da, 327.871'i Kazakistan'da, 86.789'u Ukrayna'da, 72.168'i Tacikistan'da, 70.068'i Kırgızistan'da, 39.243'ü Türkmenistan 'da, 28.019'u Azerbaycan'da yaşamaktadır. Tatar Türkleri'nin geri kalanları ise Tataristan ve Başkurdistan'ın dışında kalan Rusya Federasyonu'na bağlı Türk, Fin ve Slav asıllıların yaşadığı değişik özerk cumhuriyetlerde ve Beyaz Rusya, Litvanya, Letonya, Estonya, Gürcistan, Moldovya gibi BDT ülkelerinde dağınık bir vaziyette ve küçük gruplar halinde yaşamaktadırlar. Kazan Tatar Türkleri'nin ana yurdu Tataristan'da Ruslar 1.575.404'e ulaşan nüfuslarıyla genel nüfusun %43.25'ini teşkil etmektedirler. Çuvaşlar ise 134.221 olan nüfusları ile genel nüfusun %3.68'ini meydana getirmektedirler. Yüzlerce yıldır devam eden asimilasyon, göçler ve sürgünler sebebiyle diğer Türk topluluklarına göre daha düşük bir nüfus artış oranına sahip olan Tatar Türkleri'nin bütün dünyadaki toplam nüfusunun 8-10 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Tataristan petrol, tabii gaz, kimya ve petro-kimya endüstrisi bakımından gelişmiştir. Tarım alanında da tahıl, keten, şeker pancarı ve sebze meyve yetiştiriciliği görülmektedir .

En erken Rus hakimiyetine giren Türk topluluklarından biri olan Kazan Tatar Türkleri, 1552'de Kazan Hanlığı'nın IV.İvanov tarafından ele geçirilmesi ile başlayan bir Ruslaştırmaya tabi tutulmuşlardır. Özellikle 1863-1905 yılları arasında Çarlık döneminde İlminskiy ile başlatılan bir Hıristiyanlaştırma hareketine maruz kalan Tatar Türkleri'nin en başta cami, medrese gibi dini ve milli eserleri yıkılıp yok edilmiş, ardından da ileri gelenler zorla veya menfaat karşılığı Hıristiyanlaştırılmışlardır. Her şeyin din ve ümmet esasına göre değerlendirildiği bir dönemde Hıristiyanlığı kabul etmek, milliyet olarak da Rusluğu seçmek anlamına geliyordu, Ruslar, Kazan Tatar Türkleri'ni Hıristiyanlığa ve Rus kimliğine alıştırmak için, soy i,simlerinin sonuna -ev, -ov, -ski gibi Rusça ekler getirmişlerdir, Şehirleşmenin yüksek olduğu Tataristan'da çocuklar kreşlerde büyümekteydi. Bu çocuklar daha kreşe gittikleri yıllarda Rusça ile tanıştırılmıştır. Bu uygulamaların sonunda 200.000 Tatar Türkü Hıristiyanlaştırılmış, ancak bunların çoğu 1905'ten sonra yeniden İslamiyet'e geçmiştir. Bunda şüphesiz zengin Kazan Türk-İslam kültürünün, İslami eğitimin ve çok yönlü yayınların etkisi olmuştur.

1926 nüfus sayımına göre Sovyetler Birliği'nde 100.000'in üstünde Tatar Türkü Hıristiyan olarak kalmıştır. Bunlara Kreşin (Krıyaşen) adı verilmektedir. Kreşinler, Tatar Türkçesi'ni kullanmaya devam etmektedirler. Dünyaca tanınmış yazar Turganief ve Sibiryalı Katanov Kreşinler'in arasında yetişmiş meşhur iki isimdir.

Kazan Tatar Türkleri için Ruslaştırma uygulaması hiç bir dönemde kesintiye uğratılmadan devam ettirilmiştir. 1977-1978 öğretim yılından itibaren bütün okullarda Rusça mecburi ders haline getirilirken 1957 -1958 öğretim yılından beri ana dili dersleri seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Tataristan dışında Tataristandakinden daha fazla Kazan Tatar Türkü bulunduğu halde Tataristan Özerk Cumhuriyeti haricinde Tatar Türkçesi ile eğitim veren okul açmak yasaktır Tataristanda ise Tatar Türkçesi ile yayınlanan kitap ve dergilerin sayısı ve tirajı yıldan Yıla düşürülmektedir.

Tataristan Türkleri, 1986 yılında başlayan Gorbaçov döneminin özgürlük ortamında kültürel ve siyasi özerklik, hatta bağımsızlık arayışı içine girdiler. Bu yolda faaliyet gösteren çok sayıda gizli açık teşkilat kuruldu. Özellikle 1988 yılı Ekiminde İlimler Akademisi ve Kazan Devlet Üniversitesi'ne mensup 800-900 kadar bilim adamının organize ettiği "Tatar İçtimai Üzeği" (Merkezi) kuruldu. Bu teşkilatın temel hedefi ekonomik, siyasi, dini ve kültürel bakımdan bağımsız bir Tataristan'ın kurulması, ülke dışındaki Tatarlarla yakınlaşmak ve Kırım Tatar Türklerinin ana vatanlarına dönmelerini sağlamaktır.

1 Şubat 1992'de Tataristan bağımsızlığını ilan etmiş, 12 Haziran 1991 'de oyların %70'ini alarak başkan seçilen Mintimer Şamayev Rusya'ya ikili anlaşma yapmayı teklif etmiş, bu tavrını hayata geçirmek için de Moskova'nın savunma, iletişim ve ulaşım fonksiyonlarını finanse etme dışında kalan imtiyazlarını kaldırarak ülkesinin mali bağımsızlığını sağlamıştır. Şamayev, self-determinasyon (kendi geleceğini kararlaştırma) hakkının tanınması ve ortaklık statüsünü alabilmek için halkı 1993 yılındaki Rusya anayasa referandumunu boykota çağırmıştır. Rusya bu gelişmeleri petrol boru hattını kapatma tehdidi ile durdurmaya çalışmaktadır.

Kazan Tatar Türkleri oldukça gelişmiş ve sosyalleşmiş bir topluluktur. Nüfusun üçte ikisi şehirlerde, üçte biri köylerde oturur. Eğitim Rusça ve Tatar Türkçesi ile yapılır. Tatar Türkçesi'ni ana dili olarak kabul edenlerin oranı 1959'da %92.1, 1979'da %85.9, 1989'da ise % 83.7'de olarak tespit edilmiştir. Tatar Türkleri arasında Rusça yanında diğer bazı diller ve Türk şivelerini bilenlerin oranı oldukça yüksektir.

Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nde okuma-yazma bilmeyen yoktur. Kazan Tatar Türkleri İslamiyet'i en iyi şekilde koruyan ve ilahiyat eğitiminin en yüksek olduğu Türk topluluklarındandır. Eski SSCB'de Kazan Tatar Türkçesiyle yayınlanan kitapların sayısı 5.218.000'dir. Ayrıca 11 dergi ve 83 gazete yayınlanmaktadır.

Bugün böylesine zengin ve hareketli bir kültür ve edebiyat hayatına sahip olan Kazan Türkleri, mirasçıları oldukları Bulgar ve Kıpçak Türkleri'nden gelen güçlü ve yaygın bir kültür ve edebiyat geçmişine dayanmaktadırlar.

İdil Bulgarları, Türkçe'nin iki büyük dil grubundan, bu günkü Çuvaş Türkleri'nin devam ettirdikleri r-l grubuna dahildirler. Ancak 920 yılında Bulgar hanı Almas Silki'nin halkıyla birlikte İslamiyet'i kabul etmesiyle birlikte Bulgar Türkleri Arap alfabesini almışlar ve böylece z-ş grubuna geçmişlerdir. Zengin bir kültür hayatı bulunan İdil Bulgar Türkleri'nden günümüze kalan kitabeler, İdil Bulgar Türkçesi, Tatar Türkçesi ve Arapça olarak yazılmış mezar taşlarıdır.

Bu günkü Kazan Tatar Türkçesi'nin üç ayrı ağzı bulunmaktadır:

I) Merkez ağzı: Tataristan'da 1.800.000'e yakın insan tarafından konuşulmaktadır.

II) Batı veya Mişer ağzı: İdil yakınlarında ve Gorki, Tambov, Voronez, Ryazan, Penza, Kuybışev, Saratov ve Orenburg'da kullanılır.

III) Doğu ağzı: Batı Sibirya'da 320.000'e yakın insan tarafından konuşulmaktadır. Bunlar Baraba, Tomsk, Tümen, İşim, Yalutorovski, Tobol, Tara Tatar Türkleridir.

Bunlardan başka karışık bazı ağızlar da vardır:

I) Astrahan ağzı: Yaklaşık 45.000 kişi konuşur.

II) Kasımov ağzı: Kasımov bölgesinde 5.000 kişi konuşur.

III) Tipter ağzı: Perm, Grazov ve Başkurdistan'da yaklaşık 300.000 kişi konuşur.

IV) Ural ağzı: Yukarı Ural bölgesinde yaklaşık 110.000 Kreşin tarafından konuşulur.

Merkez ağzına dayanan Kazan Tatar Türkçesi yazı dili, Kazan Tatarları'nın daha önce kullandıkları Uygur Türkçesi ve onu takip eden Çağatay Türkçesi'nin yerine ihdas edildi. Bu sebeple bu iki tarihi Türk şivesinden önemli unsurlar taşır.

Kazan Tatar Türkleri'nin Nogay, Kırım Tatar, Sibirya Türkleri ile ortak olan Edige Mirza (öl. 1419) etrafında şekillenmiş Edige, Kırım Türkleri'nde de varyantları olan Çora-batır ve Koplandı-batır, Kırım Tatar ve Türkistan Türkleri'nde de yaşayan Boz-Yiğit destanları bulunmaktadır.

Kazan Tatar Türkleri, kuzeyde yaşayan Kıpçak (Kuman) Türkleri'nin "Codex Cumanicus" (1304) adlı sözlüğünün ve güneyde Mısır'da eser veren Memlük Kıpçak Türkleri'nin Arapça-Türkçe sözlüklerinin ve gramer kitaplarının da tarihi mirasçılarıdır.

Bu tarihi zenginliğe Karahanlı Türkçesiyle başlamış, Çağatay Türkçesiyle devam etmiş olan ortak Türkistan Edebiyatı ve Osmanlı Edebiyatı da karışmıştır. Altın Ordu ve Harezm sahalarında ortaya çıkan ve karışık şive özellikleri gösteren Kerderli Mahmud'un "Nehcü'l-Feradis", Kutb'un "Hüsrev ü Şirin", Harezmi'nin "Muhabbetname", Hüsam Katib'in "Destan-ı Cümcüme Sultan" ve Seyf-i Sarayi'nin "Gülistan Tercümesi" adlı eserleri Kazan Türk Edebiyatı'nın oluşumuna büyük katkılarda bulunmuştur. Altın Ordu, Kırım ve Kazan Hanlığı'ndan kalan yarlık ve bitikler de Kazan Tatar Türkçesi'nin eski yadigarlarındandır. Bu eserlerin büyük çoğunluğu Arap harfleri ile yazılmış olup Toktamış ve Temir Kutluk yazlıkları diğer eserlere göre Harezm-Kıpçak edebi diline daha yakın özellikler gösterir. Altın Ordu Devleti'nin son dönemlerinde ve Kırım'ın Osmanlı Devleti'nin hakimiyetine girmesinden sonra yazılan bitik ve yarlıklarda Osmanlı Türkçesi'nin etkileri görülür.

Kazan'ın Rus egemenliğine girmesinden önce başlayıp daha sonra da devam eden edebi hayatı, Türkistan edebi dili ile ortak esaslara dayanan bir "Türki" yazı dili şekillendirir. Bu ortak dil ve kültür, 16.-17.-18. yüzyıllarda Avrupa etkisinden uzak olarak etkisini hissettirmiştir. Bu dönemde lirik, tasavvufi ve dini etkilerle verilen eserlerin yanında beşeri bir edebiyat anlayışı da görülür. Bu eserleri; yerli, Türkistan kökenli ve Osmanlı kökenli eserler olarak değerlendirebiliriz. 1507 -1508 tarihli Kur'an Tefsiri, yazarı ve yazılış tarihi bilinmeyen, fakat defalarca çoğaltılan "İman Şartı" (Şeraitü'l-lman), Kazanda, Türkistan'da ve İstanbul'da basılan ve okunan "Dualıklar", "Falnameler", "Yıldıznameler", "Rüya Tabirleri", "Divan-ı Hikmet", "Şecere-i Türki", "Muhammediye", "Gazavatnameler", "Menakıb-ı Seyyid Battal Gazi", "Tutiname", "Dasitan-ı Hatem-i Tay", "Kırk Vezir Hikayesi", "Letaif-i Hoca Nasreddin" ve İsmail Hakkı'nın "Marifetname" adlı eseri Kazan Tatar Türkleri'nin mahalli dil ve edebiyat özelliklerini Türkiye ve Türkistan Türkleri ile kaynaştıran kaynaklardır.

Kazan Tatar Türkleri arasında görülen matbaacılık faaliyetleri Kazan'ı ve İdil-Ural bölgesini önemli bir kültür merkezi haline getirmiştir. Kazan Tatar Türkleri 1711 'den itibaren Petersburg'da basım işlerini başlatmışlar, 1764 yılında Özel bir matbaanın kurulmasıyla basım faaliyetlerini daha da geliştirmişlerdir. Bu matbaada Fransızca'dan Türkçe'ye çevrilen "Türk Dili Grameri" ve "Türkçe Kıraat Kitabı" adlı iki eser 1766 yılında basılmıştır. İlk Türkçe telif eser, 1774'te Moskova'da basılan Sait Halfin'in 52 sayfalık "Tatar Tili Elifbası" adlı eseridir. II.Katerina'nın izniyle Petersburg'daki Asya Matbaası Rus Lisesi'nde başlayan Türk dili dersleri için kitap basmak üzere Kazan'a nakledilmiştir. Kazan'da basılan ilk eser 1811'de yayınlanan Heftiyek'tir. (Kuran-ı Kerim'in yedide biri). Bu matbaada Kuran-ı Kerim, Elifba (İman Şartı). Ahmediye, Muhammediye, Şecere-i Türki, Çingizname gibi çok sayıda eser basılmış, bu eserler sadece Kazan'da okunmamış, bütün Türkistan'a da yayılmıştır.

Yayın faaliyetlerini her şart altında sürdüren Kazan Türk aydınları matbaacılık işlerini Arap harfleri bırakıldıktan sonra da devam ettirmişlerdir. 1935 yılında çıkmaya başlayan Milli Bayrak gazetesi elle yazılarak çoğaltıldığından sıkıntılar yaşanmış, bunun üzerine Hüseyin Bilgisi'nin teşebbüsü ile bir matbaa kurulmuştur. Bu matbaada Berlin'de yayınlanan "Yana Milli Yu" dergisinde kullanılan harfler esas alınmıştır. Milli Bayrak gazetesi 8 Nisan 1938 yılından itibaren on yıl boyunca kendi matbaasında çıkmıştır. Bu matbaada gazete dışında Abdullah Battal'ın "Türk-Tatar Tarihi", "Mevlid Kitabı", "Tatar Elifbası", "Zekat Hac Meseleleri" ve Abdullah Tukay'ın şiirleri yayınlanmıştır.

19. yüzyılda başlayıp 1917'deki Sovyet ihtilaline kadar devam eden ve Türkistan Türklüğünü de içine alan Ceditçilik Hareketi Kazanlı Türkler arasında da dil, din, eğitim ve edebiyat alanında derin izler bırakmıştır. Bu dönemde Abdünnasır Kursavi, Şehabeddin Mercani, Kayyum Nasiri, Musa Akyiğitzade, Abdullah Tukay, Fatih Kerimi, Yusuf Akçura, Ayaz İshaki, Sadri Maksudi, Alimcan İbrahim, Fatih Emirhan, Şerif Kemal gibi isimler; eserleri, fikirleri ve faaliyetleri ile sadece Kazan'da değil Türkiye dahil bütün Türk Dünyası'nda etkili olmuşlardır.

Bu kültürel zenginlik sebebiyle, Çuvaş Türkleri hariç bütün İdil-Ural Türkleri 19. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar, ortak Kazan Tatar Türkçesi'ni yazı dili olarak kullanmışlardır. Tatar Türkleri arasında baş gösteren aydınlanma hareketi ile Türkiye Türkleri arasında ortaya çıkan Tanzimatçılar ve Genç Osmanlılar hareketi ortaya çıkışları, fikirleri, ilkeleri ve beslendikleri kaynaklar bakımından büyük benzerlikler göstermektedir. Eserlerini önce Arapça sonra Türkçe yazan ve tarih konusundaki araştırmalarıyla Kazan Tatar Türkleri arasında milli şuuru güçlendiren Şehabeddin Mercani (1818-1889), Müstefadü'l-ahbar adlı eserinde Bulgar devri kaynaklarını sayarken adını andığı 20 kişiyi el-Bulgari (Bulgarlı), el-Sarayi, el-Kazani, el-Kırımi olarak belirtmiştir.

Şehabeddin Mercani, İbn Haldun'un tarih felsefesini benimsemiş, bu anlayışla Kazan Tatar Türkleri'nin tarihini incelemeye ve tarihçilik geleneğini kurmaya çalışmıştır. İdil Bulgar Türkleri'nin ve Kazan Tatar Türklerinin tarihi üzerine Türkçe olarak kaleme aldığı Radloff tarafından Rusça'ya çevrilmiştir. Asıl büyük eserleri ölümünden sonra yayınlanan Mercani kendinden sonra gelen pek çok yazar ve düşünürü derinden etkilemiştir.

Kayyum Nasiri ( 1824-1902) Kazan Tatar Türkleri için yeni bir yazı dili ve edebiyat oluşturma çabası içine girmiştir. Bu edebiyat dilinin kaynağının halk dili olması gerektiğini düşünmüş ve bu düşüncesini kuvvetlendirmek için folklor ve halk edebiyatı metinleri derlemeye girişmiştir. "Kırk Bakça", "Fevahihü'l-cülesa" adlı eserlerini bu derlemelerden meydana getirmiştir. Dilin gramer kısmıyla ilgili olarak "Unmuzec" (Örnek) ve "Kavaidü'l-Kitabet" adlı eserlerini, sözlük olarak "Lehçe-i Tatari" adlı eserini yazmıştır. "Kazan Kalendarı" adıyla bir salname hazırlamış ve Arapça veya Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bazı eserleri oluşturmaya çalıştığı yeni yazı diline çevirerek yayınlamıştır. Kayyum Nasiri'nin takipçilerinden olan Hadi Maksudi onun etkisiyle yeni usule göre alfabe, "Türki" (Türkçe) gramerler ve okul kitapları yazmıştır.

1887 yılında İstanbul'a gelen ve ömrünün sonuna kadar Türkiye'de kalan Musa Akyiğitzade, Kazan'da Türkiye Türkçesiyle kaleme aldığı "Hüsameddin Molla" adlı hikayesi ile Kazan Tatar Edebiyatı üzerinde etkili olmuştur.

Roman, hikaye, piyes, hatırat ve tarih türünden 50'ye yakın eser bırakan Ayaz İshaki, Kazan Tatar ağzını yazı dili haline getirmeye çalışmış, eserlerinde önce sosyalizmi ve eşitliği, ardından milliyetçiliği savunmuştur. Önceleri Rus narodniklerinin (halkçı) etkisinde kalarak eserlerinde sosyal konular işlemiş, ancak daha sonra didaktik bir ahlakçılık ve milli davaların savunulması yolunda eserler vermiştir. Ayaz İshaki'nin eserlerindeki tipler, hayattan seçilmiş zenginler, soylular, yoksul insanlar, imamlar, öğrenciler, aydınlar, Rus ordusunda, görevli Tatar subayları v.b.dir. Romanları: "Kelepuşçu Kız", "İki Yüz Yıl Son İnkıraz", Türkiye Türkçesi'ne de aktarılan "Öyge Taba", tiyatroları: "Aldım-Birdim", "Züleyha", "Muallime", "İki Ut Arasında", "Janboyaviç", "Hayat Yulında", Hikayesi: "Taalümde Saadet". Ayaz İshaki Kazan Tatar Türklerinin basın hayatında çok önemli bir yere sahiptir. 1913 yılında Petrograd'da "İL" gazetesini kurmuş , bu gazete 1914 yılında Moskova'da çıkmıştır. 1927'den sonra "Milli Yol", 1930-1939 yılları arasında "Yana Milli Yol" dergilerini, 1935 yılından sonra Uzak Doğu'da Mukdem şehrinde yaşayan Tatar Türklerinin yayın organı olan "Milli Bayrak Gazetesini" çıkarmıştır. 1917 yılında Rusya Müslümanlarının Milli Hareketi'ne katılmış ve bazı resmi görevler üstlenmiştir. Sovyet ihtilalinden sonra mülteci olarak Avrupa'nın değişik merkezlerinde ve Türkiye'de bulunmuş, Türkiye'de ölmüştür.

Yüksek öğrenimini İstanbul'da tamamlayan Fatih Kerimi, "Cihangir Mahdum", "Şagird Bilen İnstudent" , "Salih Baynın Üylenüvi" adlı hikayeleri ve Türkiye Türkçesiyle yazdığı "Avrupa'ya Seyahat" ve Kazan Tatar Türkçesiyle yazdığı "Kırım'a Seyahat" adlı iki seyahatnamesi bulunmaktadır. Eğitim konusunda yeni görüşleri savunan Ceditçiler, "Islah adıyla yeni bir dergi çıkardırlar. Bunlardan hikayeci , pedegog ve tenkitçi Fatih Emirhan , "Hayat" , "Kadirli Minutlar" , "Urılıkta" adlı romanları; "Yeşler" (Gençler) ve "Tigisizler" (Eşit Olmayanlar) adlı tiyatro eserleriyle tanındı.

Alimcan İbrahim ise hikayeleri ve edebi tenkitleri ile yazı dilinin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Kendi hayatından bölümler taşıyan "Zeki Şekirdin Medreseden Kovuluşu" ve "Yeş Yürkler" (Genç Yürekler) adlı romanlarının yanında "Tatar Şairleri" adlı tenkit eseri de bulunmaktadır.

Zahir Bigi, "Günah-ı Kebair", "Güzel Kız Hadice" adlı hikayeleri ile hikayecilikte; Cemal Velidi, "Tatar Edebiyatının Barışı" (Seyri) adlı eseriyle edebi tenkitte tanınmıştır. "Çükiç", "Kazan Muhbiri", "Yultuz", "Vakit" gibi gazete ve dergilerde şiir ve makaleleri yayınlanan Zarif Beşiri, 1905'ten 1917'ye kadar "Şura" dergisinde 15 günde bir yayınlanan Çuvaşlarla ilgili makaleleri ile tanınmıştır.

Kazan Tatar Türkleri'nin çok zengin bir tiyatro edebiyatı bulunmaktadır. Abdurrahman İlyasi, Ali Asgar Kemal, Kerim Tinçura, Muhammed Burangül, Ferit Yarulla piyesleri ile tanınan belli başlı yazarlardır.

Sovyetler döneminde, çok yaygın olan sanatta mahalli kaynaklara yönelme, halkın konuştuğu dili edebiyata hakim kılma düşünceleri, Türkleri önce ortak Çağatay Türkçesi'nden, ardından da Kazan Tatar Türkçesi yazı dilinden uzaklaştırmış; çok dar bir çevrede konuşulan ağızları yazı dili haline getirmiştir. Bu mahallilik cereyanları yanında, Puşkin, Kirilov, Lermontov, Tolstoy gibi Rus, Shakespeare, Goethe, Schiller gibi Batı, Genç Osmanlılar ve Tanzimatçılar gibi yenilikçi Osmanlı aydın ve sanatçılarının etkisiyle yeni bir edebiyat anlayışı teşekkül etmiştir.

Bu anlayışın yetiştirdiği Abdullah Tukay (1886-1913) sadece Kazan'da değil bütün Türk Dünyası'nda büyük etkiler bırakmıştır Büyük felaketler yaşayarak yoksulluk içinde büyüyen ve oldukça genç bir yaşla ölen Tukay, hem eski hem yeni usule göre eğitim veren okullarda iyi bir eğitim görmüş, Türkistan ve Osmanlı edebiyatlarından pek çok eser okumuş; bu arada Rus Edebiyatı'nı ve Batı edebiyatlarından bazı yazarları yakından takip etmiştir. İki cilt tutarındaki şiirlerinin yanı sıra fıkra ve siyasi makale de kaleme almıştır. "Fikir", "Yultuz", "El-İslah", "Kuyaş", "Turmış" gazeteleri ile "El-Asrü'l-Cedit", "Terbiyetü'l-Etfal", "An", "Yeşin", "Yalt Yult" ve "Mektep" dergilerinde yayınlanan şiir ve nesirleri 1907'den, 1917'ye kadar risaleler halinde 55 defa basılmıştır. Eserleri son olarak 1985 yılında toplu olarak 5 cilt halinde yayınlanmıştır. Abdullah Tukay'ın şiirleri Rusça'ya çevrilmiş; ayrıca Kırım, Kazak, Özbek, Kırgız, Başkurt, Uygur ve Çuvaş Türkçeleri'ne aktarılmıştır. Şiirlerinde aşk, millet ve milliyetçilik, hürriyet, din ve çocukların eğitimi gibi temalar işlemiştir. İlk eserlerinde İstanbul ağzı ile Çağatay Türkçesi arasında tereddütler geçirmiş, daha sonra Tatar konuşma diline yönelmiş ve bu ağzın yazı dili haline gelmesinde çok etkili olmuştur. Tukay şiirlerinde Batıya yönelik Türk Edebiyatı'ndan pek çok unsuru kullanmış, her şiirinde bir fikrin, bir mesajın ön plana çıkmasına gayret etmiştir. Dörtlük ve beyit nazım birimlerini kullanan Tukay, genellikle aruz ölçüsünü tercih etmiş, mesnevi kafiye dizilişini, zengin, tunç ve cinaslı kafiye türlerini kullanmıştır.

Abdullah Tukay'ın kaderi ile Kazan Tatar Türkleri'nin kaderi arasında öksüz kalan bir halkın öksüz yaşamış. bir şairi sözleri ile ilgi kurulmaktadır. Tukay , samimi hayali geniş, romantik-lirik bir şair olarak eserlerinde bambaşka bir hava yakalamış ve eserleriyle yepyeni bir çığır açmıştır.

Aynı dönemlerde ve daha sonraki yıllarda eser vermeye devam eden Mecit Gafuri, Necip Dumavi, Hadi Tektaş gibi isimler, kalemlerini Sovyet ideolojisinin başarılı olmasına adamışlardır. Ancak aynı yıllarda eser veren Derdmend gibi sanatçılar, bu tür ideolojik tercihlerden uzak kalarak saf şiiri aramaya koyuldular.

Tataristan Yazarlar Birliği'nin yayın organı "Kazan Utları" dergisinde şiirleri yayınlanan Ravil Feyzullin'in şiirlerinde felsefi bir derinlik, ince, zevkli ve sanat dolu bir anlatım görülür. Ayrıca, şimdiye kadar 20'den fazla şiir kitabı yayınlanan ve Abdullah Tukay ödülü alan Gerey Rehim, çocuklara yönelik şiirleri ile tanınan Refail Gaziyov ve Robert Minnullin son devir Tatar Türk şiirinin şairlerindendir.

Tataristan dışında yaşayan Tatar Türkleri çok sayıda gazete ve dergi çıkarmışlar ve önemli bilim, fikir, edebiyat ve devlet adamları yetiştirmişlerdir. "Üç Tarz-ı Siyaset", "Türkçülük" gibi eserleri ve çıkardığı "Türk Yurdu" dergisiyle Türk fikir hayatında derin izler bırakan Yusuf Akçura, hukuk, dil ve tarih alanlarındaki bilgisi ve devlet adamlığı ile tanınan Sadri Maksudi Arsal Berlin dil okulunda yetişmiş ve Kutadgu Bilig, Atebetü'-l-Hakayık gibi Türkçe'nin önemli eserlerini pek çok Uygur harfli metni yayınlayarak Türkiye Türklük Bilimi araştırmalarının mimarı olmuş Reşid Rahmeti Arat, dil, tarih ve edebiyat alanındaki inceleme ve eserleri ile tanınan Abdullah Battal Taymas ömrünün son yıllarını Uzak Doğu'da geçiren yazar ve tiyatrocu Hüseyin Gahdüş ve Almanya'da yaşayan Minhac bunlardan bazılarıdır.

KIRIM TATAR TÜRKLERİ

Kırım Tatar Türkleri soy bakımından Saka, Bulgar ve Hazar Türkleri'ne dayandırılmaktadır. M.Ö. 7. yüz.yılda Kırım'ın bozkır kısmı Asya'dan gelmiş olan Saka Türkleri tararından iskan edilmiş, daha sonraki devirlerde de Bulgar ve Hazar Türkleri bu bölgeye yerleşmişlerdir.

Önce Altın Ordu Devleti'ne bağlı olan ve daha sonra Osmanlı hâkimiyetine giren Kırını Hanlığı döneminde Kırım ve çevresi tam bir Türk bölgesi hâline gelmiştir. IX. yüz.yılda Osmanlı Devleti'nde merkezî otoritenin zayıflaması ve Rusların hızla yayılmaya haşlamaları sebebiyle Kırım Hanlığı Rus hâkimiyetine girdi. Kırım'ın işgalinin ilk yıllarından itibaren Kırım Tatar Türkleri. Anadolu'ya ve o dönemde tamamına yakını Türk hâkimiyeti allında bulunan Balkanlar'a göçmeye başladılar, ilk göç dalgasında 300.000 kişi göç etmiş: hu sayı 19. yüzyılda l milyonu, arkasından da l milyon 200 hini bulmuştur. Boşalan Türk köylerine Rus, Ukraynalı. Alman. Yahudi. Rum gibi değişik milletlerden insanlar yerleştirilmiş, böylece Türk ulusu genel nüfusun yarısına düşürülmüştür. Bu göçler, bir yandan Kırım'ın. Kafkaslar'ın ve Balkanlar'ın nüfus yapısını böylesine bozarken: öbür yandan Anadolu'nun Türkleşmesini olumlu yönde etkilemiş ve Türkiye'deki Millî Mücadele'ye büyük katkılar sağlamıştır.

II. Dünya Savaşı sırasında, 1941 yılında Almanların Kırım'ı işgal etmesi üzerine. Alman işgaline uğrayan diğer demir perde ülkelerindeki milletler gibi Kırını Tatar Türkleri de Almanlarla Rusların arasında kaldı. Almanlar'ın savaşı kaybetmesinin ardından 1944 yılının Nisanında Kızılordu Kırım'a girince, Moskova, Kırım Tatar Türkleri'ni toptan Türkistan, Sibirya ve Urallar'a sürdü.

Sürgün sırasında Kırım Tatar Türkleri'nin yarısı hayatını kaybetti. Kınm'da Türklükle ilgili ne varsa hepsi yok edildi. Yerleşim merkezlerinin adı bile değiştirildi. 30 Temmuz 1945'te Kırım Özerk Cumhuriyeti resmen ortadan kaldırıldı ve Rusya'ya bağlı bir eyalet hâline getirildi; 1954 yılından sonra da Ukrayna'ya bağlandı. Uzun süren mücadelelerden sonra, Sovyetler Birliği Yüksek Prezidyumu 5 Eylül 1967'de Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Kırım Tatar Türkleri'nin sürülmelerinin haksız olduğunu bildiren bir kararname yayınladı.

Bu kararnameden sonra Özbekistan'da Taşkent'teki Nizamî Devlet Pedagoji Enstitüsü'nde bir Tatar Dili ve Edebiyatı Bölümü açıldı. Yine aynı kararnameden sonra 1968-1969 yıllarında 5-6 bin Kınm Tatar Türkü ana yurduna dönebildi. 1990'lı yıllarda Kırım'a dönen Türkler'in sayısı yüz bini bulmuştur. 1979 nüfus sayımına kadar sayılan hakkında bilgi verilmeyen Kırım Tatar Türkleri'nin nüfusu, 1989 nüfus sayımına göre 268.739'dur. Bu nüfusun ülkelere göre dağılımı şöyledir:

Nüfus %. Oran Ülke

188.365 51.08 Özbekistan

44.025 16.38 Ukrayna (Kırım)

21.465 7.98 Rusya Federasyonu

7.214 2.68 Tacikistan

3.169 1.17 Kazakistan

2.924 1.08 Kırgızistan

615 0.22 Gürcistan

545 0.20 Azerbaycan

417 0.15 Başka

268.739 100.00 Toplam

Kırım Ukrayna'ya bağlı olmasına rağmen bu bölgede yaşayan Ruslar'ın nüfusu genel nüfusun % 70'ini bulmaktadır. Ukraynalılar ise % 25 civarındadır. Bu nüfus durumu yüzünden son yıllarda Ukraynalılar ve Kırım'da yaşayan Ruslar arasında ciddi problemler yaşanmaktadır.

Kırım Tatar Türkleri Özbekistan'a sürüldükten sonra çıkardıkları tek gazete l Mayıs 1957'de yayınlanmaya başlayan Lenin Bayrağı 'dır. 1957-1979 yıllan arasında Kırım Tatar Türkçesiyle 70'e yakın yazar ve şairin 137 ayrı eseri yayınlanmıştır. Bir başka tespite göre ise 1958-1967 yıllan arası çok sönük geçmiş, 1967-1983 yıllan arasındaki 17 yılda 172 eser 661.400 adet basılmıştır. Bu da yılda ortalama 10 eserin 38.906 adet basılması demektir. Halbuki sürgünden önce sadece 1940 yılında yılda 218 eser yayınlanmıştı. Ana dilde yayınlanan eserlerin sayısının bu kadar az olmasına rağmen resmî makamların ifâdesine göre 1970'li yıllarda sürgündeki Kırım Tatar Türkleri'nin % 70'i-80'i ana diliyle okuyup yazabiliyordu.

Kınm'da Mustafa Abdülcemil Kınmoğlu gibi bayraklaşan isimlerle büyük bir mücadele sürdürülmüş ve sonunda Gorbaçov yönetimine Kırım Tatar Türkleri'nin meselelerini incelemek üzere bir komisyonun kurulması kabul ettirilmiş, ardından konu Birleşmiş Milletler'in gündemine sokulmuştur.

Kırım Tatar Türkleri, bütün imkânsızlıklara rağmen millî varlık mücadelesini özerklik yolunda sürdürmekte, Ukrayna ve Rusya'nın Kırım'ı ilhak etme kavgasını Kınm Tatar Türklüğünü kendi vatanında kalıcı kılmak üzere dengelemeye çalışmaktadır. Kırım Tatar Millî Kurultayı 30 Haziran 1991'de aldığı kararla, üst tarafta altın tamgası bulunan, dön köşeli, gök mavi, eninin boyuna oranı 1/2 olan bayrağı millî bayrak: Numan Çelebi Cihan'ın Ant Etkenmen adlı şiirini millî marş olarak kabul etmiştir. Ayrıca bu toplantıda alınan bir kararla Latin esaslı ortak Türk alfabesine geçiş çalışmaları başlatılmıştır.

A. Samoyloviç, 1927'de yazdığı bir yazıda Tataristan ve Kırım ya/.ı dillerinin tek ve müşterek olduğunu belirtir. Kırım konuşma dilinin Türkiye Türkçesi'nin etkisiyle, Güney-batı (Oğuz) ve Kuzey-batı (Kıpçak) olmak ü/ere iki ağıza ayrıldığını ifâde eder[9]. Değişen şartların Kazan ve Kırım Tatar Türkçeleri arasındaki farkları artırdığı şüphesizdir.

Gerhard Doerfer ise Kırım ve Dobruea Tatar Türkçeleri'ne Karadeniz Tatarcası, Kırım ve Dobruea Nogay Türkçelerine de Karadeniz Nogaycası diyerek Kırım'da ve Dobruca'da konuşulan ağızların akrabalığına işaret eder.

Uğradıkları felâketlerle dil ve kültür bakımından böylesine zorluklar yaşayan Kırım Tatar Türkleri'nin çok zengin bir sözlü edebiyatları ve destan gelenekleri vardır. Çin, mâni, masal, atasözü gibi edebî mahsûller ve değişik varyantları Kazak, Özbek, Karakalpak, Nogay Türklcri'ndc de yaşayan zulme karşı çıkışı, doğruluk ve adalet temalarım anlatan Çora-ha-tır. Koplandı-batır. Esebay-hatır. Ediğe. Er-hırgın gibi epik destanlar ile sevgiyle mücadele azmini bütünleştiren Nar-kanuş. Kozı Körpeş Kayan Sulu. Roz-Yiğit gibi lirik-epik destanlar 1896 yılında Radloff. 1980 yılında Cafer Bekirov tarafından derlenmiş ve yayınlanmıştır. Kazan Talar ve Türkiye Türkleri vasıtasıyla Kırım Talar Türkleri'ne geçen İslâm! kaynaklı Yusuf ve Züleyha, Leyla ve Mecnûn. Seyyit Battal. Ahmetliye. Muhammediye. Kesik Bay, Yunus Emre ilahileri. Köroglıı. Âşık Garip. Aşık Kerem. Nasreddin Hoca diğer sözlü edebiyat zenginlikleridir. Zaten Kırım Tatar Türkleri, edebiyatın her alanında Kazan ve İstanbul kaynaklı eserlerin etkisi allında kalmışlardır.

Hanlık döneminde eserler veren Mengli Giray gibi Kırım Hanları ve diğer şairler Osmanlı şairlerini, bir ölçüde de Kazan Tatar Türk şairlerini örnek almışlardır. Mahallî ağız özellikleri ile verilen eserlerin sayısı oldukça azdır. Resmî yazışmalarda Osmanlı Türkçesi kullanılmıştır.

1783'te yaşanan Rus işgalinden sonra 1880 yılına kadar Ak Topraklar olarak bilinen Osmanlı topraklarına yönelik göçlerin yaşandığı dönemde Kırım Talar Türk Edebiyatı'nın bir suskunluk dönemine girdiği görülür. Bu döneme ait eserler, kaday olarak anılan âşıkların Osmanlı top raklarına yönelik göçleri anlattığı türkülerden ibarettir. Bunlardan İslemi'nin Kefe Destanı halk arasında yaygındır.

Tonguç gazetesini çıkararak gazetecilik konusunda tecrübe kaza-nan ve daha önce yazılığı Rus hâkimiyeti allında yaşayan Müslümanlarla ilgili makalelerini Rus.skoye Musulmantsvo (Rusya Müslümanlığı) adıyla Rusça olarak bastıran Gaspıralı İsmail Bey ile Türkçe. Arapça. Farsça ve Fransızca bilen Hasan Nuri 1883'te Tercüman adlı bir gazete çıkarmak için izin aldı.

Gazetenin Rusça adı Prevodçik' li ve ilk sayılarında Rusça bölümleri daha önemliydi. Sonraki .sayılanla Türkçe bölümler genişledi ve daha önemli hâle geldi. INU() yılından sonra gazetede politika, eğilim-öğ-relim ve edebiyatla ilgili konular ağırlık ka/andı.

1905 İhtilâlinin ardından gazete Tercüman-ı Ahvâl-i Zaman adını aldı ve başlığa Dilde, fikirde. İşde Birlik sloganı yerleştirildi. Rusça bölümler tamamen terk edildi. Aynı dönemde hu değişmeleri takiben, eğilimde ve basımla kullanılmak üzere bir ortak dil oluşturma çabası içine girildi. Bu ortak dil. Kazan Tatar Türkçesi ve Osmanlı Türkçesi'nin kaynaşmasından doğacaktı. Rusça. Arapça ve Farsça kelimelerin kullanılışı ise asgariye indirilecekti. Yaşayan Türk şîvelerinde kullanılan mahallî kelimeler, Türkçe'nin en iyi işlenmiş ağzı olan İstanbul ağzına uydurularak kullanılacaktı. İkinci büyük hedef ise "Dünya İslâm Kongresi" toplamaktı. Bu toplantıyla İslâm ülkelerinin eğitim yoluyla uyandırılması ve emperyalizme karşı birlik ve beraberliğin sağlanması düşünülüyordu.

Bu anlayışın hâkim kılındığı Tercüman; Kazan, Kafkasya, Türkistan ve Sibirya'da yaşayan Türkler'in ortak sesi hâline geldi, tam 31 yıl yayınlanan Tercüman gazetesi, Osmanlı Devleti'nde de yakından takip edildi. 1880-1900 yılları arasında Ziya Gökalp, Şemseddin Sami, Necip Asım, Mehmet Emin gibi Türkçü aydınlar Tercüman gazetesinde ortaya konulan Türk Dünyası'nda dil ve kültür birliği düşüncesini savunmuşlardır.

Gaspıralı İsmail, Taşkent öğretmen okulu müdürü ve gazeteci Ostroumov gibi misyonerlerin dil ve kültür bakımından bölmeye ve Rus güdümüne sokmaya çalıştığı Türk Dünyası'nı Tercüman gazetesiyle ortak bir yazı diline, Usul-i Cedit okullarıyla da çağdaş bir eğitim anlayışına ulaştırmak istiyordu[16].

Tercüman gazetesi bu faaliyetlerinin yanında Kırım Tatar Türk Edebiyatı'nda da büyük ufuklar açmıştır. Bu gazetenin yazarları, Rus ve Doğu klasiklerini Kırımlılar'a tanıtmak amacıyla, Puşkin'in, Tolstoy'un, Turgenief in Çehov'un, Nevâyî'nin ve Nizamînin eserlerini tefrika etmişler, daha sonra da bunları kitaplaştırmalardır. 1905 ihtilâliden sonra esen hürriyet havası Kırım Tatar Türk Edebiyatı'nı da olumlu etkiler. Ruslar'ın Müslüman Türkleri Hıristiyanlaştırmak için yetiştirdikleri öğretmenler, Puşkin gibi Rus şairlerini örnek alarak, Kırım Tatar Türkçesiyle milliyetçiliği ön plana çıkaran şiirler yazdılar. İstanbul'da yetişen öğretmenler de Osmanlı Türkçesiyle aynı türde eserler verdiler. Halkın seviyesini yükseltmeye çalışan bir grup aydın, Tercüman' ı bile yeterli bulmayıp Reşid Mediye'nin önderliğinde Vatan Hadimi adlı gazeteyi çıkardılar.

Kırım'da doğan ve İstanbul'da lise tahsili yaptıktan sonra Macaristan'da Dil ve Tarih Fakültesi'ni bitiren Bekir Cobanzâde (1893-1939), 1926'da Bakü'de toplanan I. Türkoloji Kongresi'nin hazırlanmasında büyük çabalar harcadı ve bu kongrede "Türk Lehçeleri Arasındaki Karşılıklı İlgiler" adlı tebliğini sundu. 1927 yılında ise "Sovyetler Birliği Yeni Alfabeler Merkez Komitesi"ne seçildi. Özbekistan Türk Edebiyatı'nın büyük şairi ve ceditçi fikir adamı Abdurrauf Fıtrat ve Türkistan'ın hürriyeti için mücadele veren Genç Buharalılar ile dostluk kurdu. Türkistan ve Anadolu sahalarında eserleri ve düşünceleri ile Türk diline hizmet veren Kaşgarlı Mahmud, Nevayı, Âşık Paşa ve Bergamalı Kadri'nin eserleri üzerinde çalıştı.

I. Dünya savaşının başlamasıyla Osmanlı-Kırım münasebetleri kesilince Abdullah Tukay'ın Kırım edebî çevreleri üzerinde uyandırdığı etkiyle Kazan Tatar Türkçesiyle eserler verildi. İlyas Boranganski kurduğu matbaada Abay'ın ve Gogol'un eserlerini Kırım Tatar Türkçesiyle yayınlayarak Kınm Tatar Türkleri arasında tanınmalarını sağladı.

1917 devriminden sonra yeni bir döneme giren Kınm Tatar Türk Edebiyatı, Ömer İpçi (1897-1955), Cafer Gafar (1898-1938), Abdullah Latifzâde gibi sanatçıların eserleri ve çalışmalarıyla Sovyet ideolojisine yakınlaşmasına rağmen, bütün bu yazar ve şairler Stalin'in zulmünden kurtulamayarak sürgünde veya suikastle öldürüldüler.

II. Dünya Savaşını ve daha sonraki acılan yaşayıp Kırım'dan kaçarak Londra'ya yerleşen Cengiz Dağcı Türkiye Türkçesiyle bu dönemin acılarını anlatan romanlar yazmaktadır. Son yıllarda Kırım'da çıkmaya başlayan Salgır dergisi, Kınm Tatar Türk kültürünün sözcüsü durumuna gelmiştir. Çağdaş Kınm Tatar Türk Edebiyatı'nın Önde gelen isimlerinden Eşref Şemizâde (1908-1978), 1965'te çıkan Kaval, 1968'de çıkan Togan Kaya adlı şiir kitaplarında millî birlik ve millî benlik konulannı işlemiştir. Bazı şiirleri bestelenen Şemizâde'nin edebî tenkitleri ve makaleleri de bulunmaktadır. Sözlerini Yusuf Bolat'ın yazdığı ve Yahya Şerafeddin ve llyas Bakşiş'in bestelediği Arzı Kız opereti Türkiye'de yayınlanmıştır.

Türkler’in büyük çoğunluğu X. ve XI. yüzyıllarda, bazıları daha sonra, İslamiyeti kabul etmişlerdir. Bu yeni din, onlarda yeni örf ve adetlerin gelişmesine, yeni bir dini edebiyatın doğmasına sebep olmuş ve zamanın akışı içinde ortak manevi değerlerin oluşmasına hizmet etmiştir. İslamiyet, Türkler’in yabancı müstevlilerin içinde erimelerine de mani olmuştur.
Bilhassa geçmişimizde, hepimiz için hala ortak olan bir hayli eser meydana getirilmiştir.
Türk soyuna mensup toplulukları bugün birbirine en yakın kılan faktör, belki de dillerin birbirine r,ok yakın olmasıdır. Tabii ki, değişik boyları ile anlaşmamız değişik seviyelerde olmaktadır ve bazılarını hemen hemen hiç anlayamamaktayız.Ancak bazıları ile daha kolay anlaşmaktayız. Bu da dillerimizin aynı kökten, yani Ana Türkçe’den yayılmış olduğunu göstermektedir. Dünyada belki de hiçbir soyun milletleri bizler kadar birbirleriyle anlaşabilme şansına sahip değildirler. Ancak bu anlaşmanın f genelde asgari seviyede olduğunu da vurgulamamız gerekmektedir. Söz konusu problem, asırlar boyu aramızda süregelen kopukluk ve her Türk lehçe veya şivesinin kendi içinde gelişmesi ve zenginleşmesinden kaynaklanmaktadır.
Yukarıda belirttiğimiz coğrafi bölgeler, Türkler’in at koşturduğu ve imparatorluklar, devletler, beylikler kurdukları sahalar olmuştur. Bu bölgelerden Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Oğuzlar, Peçenekler, Kıpçaklar geçmişler, buralarda Altın Ordu, Selçuklu, Timurlu ve Osmanlı imparatorIuklara şan ve şerefle hükmetmişlerdi. Timur İmparatorluğu’nun sınırları Ankara’dan Delhi’ye ve Kaşgar’a, Selçuklu İmparatorluğu’nun Batı Anadolu’dan Sır Derya’ya, Türk-Moğol İmparatorluğu ‘nun Polonya’dan Suriye’ye ve hatta Pasifik’e uzanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu ise üç kıtaya yayılmıştı. Bu devirde değişik Türk boyları arasında mal, fikir ve kültür mübadelesi çok sıkı idi.
Genel olarak aldığımızda, değişik Türk boylarının, birbirinin coğrafi uzantısı olan Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, İdiİ-Ural, Iran, Orta Asya, Kuzey Afganistan ve Batı Çin’de yoğun bir şekilde bulunduklarını yukarıda belirtmiştik. Bu coğrafi bölgelerde yerleşen devletler arasında ideolojik rejim farklılıkları olmakla birlikte, tarihi akış içinde bunun o kadar mühim olmadığı anlaşılır. Diğer bir ifade ile, Türkler dünyanın çok mühim stratejik bir coğrafi kuşağında yaşarlar.

 

 





 

 

Kısaca ısınma, vücudun yarışmaya veya çalışmaya bir bütün olarak hazırlanmasıdır.

Isınma kavramı değerlendirilirken , ısınma olayına öncelikle iki boyutta bakılmalıdır. Bu boyutlar genel ısınma ve lokal ısınma kavramlarıdır. Burada genel ısınma bir yarışma ve antrenman öncesi tüm vücudun aktif veya pasif yollarla ısıtılmasıdır. Lokal ısınma ise sportif yaralanma veya sakatlıkların ardından yapılan rehabilitasyon sürecinde veya rehabilitasyonun ardından antrenmanlara hazırlık döneminde bazı kas gruplarının ısıtılmasını içeren aktif veya pasif yöntemlerin kullanıldığı ısınmadır.

2-Isınmanın yararları nelerdir?

Isınma konusu bize göre bir sportif aktivitenin en önemli parçasıdır. Bu nedenle , bu konuyu biraz detaylı işlemek istiyoruz. Spor sahalarına göz attığımızda genelde üç tip ısınma alışkanlığına sahip sporcu grubu ile karşılaşırız.

Bunların ilki kendi kendine ve sadece kendine özgü hareketlerle ısınma yapan sporcu grubu; ikincisi gruplar halinde ortak bir ısınma programını uygulayan sporcular grubu ve üçüncüsü de bir antrenör nezaretinde ısınma yapan sporcu grubu

Isınmaya bireysel bazda baktığımızda ise şu tablo ile karşılaşmaktayız:

Sporcular eğitim durumlarına, spor yaşlarına, profesyonellik anlayışlarına ve performans düzeylerine göre ısınmaya üç değişik olguyla bakar. Kimi sporcu için ısınma periyodu antrenman veya yarışmanın başlangıcında antrenman sürecinden argo deyimi ile kotarılacak bir kaytarma periyodudur. Kimi sporcu için ısınmaı antrenmanın veya yarışmanın en önemli ve en gerekli parçasıdır ve ısınmaya gerekli önemi büyük bir itina ile verir. Kimi sporcu ise ısınmaya ;antrenman veya yarışma öncesi işinin bir parçası olarak yapması gereken bir olguymuş gibi bakar. Özünde ısınma gerek antrenman, gerekse yarışma öncesi spor olgusunun en önemli parçasıdır

Bu konuda literatüre göz atıldığında, yapılan araştırmaların tümünde ısınmanın sportif performansı olumlu yönde etkilediği görülmüştür.

Yeterli ısınma ile gerek aerobik (oksijenli) enerji oluşumu, gerekse anaerobik (oksijensiz) enerji oluşumu olumlu yönde etkilenir . Nöro-müsküler (sinir-kas) fonksiyonu açısından bakıldığında yeterli ısınma ile kas kuvvetinin arttığı saptanmıştır

Isınan kas daha fazla gerilebilmekte ve bunun ötesinde daha çabuk kasılabilmektedir. Isınma suretiyle sinir ve kasların reaksiyon süresi kısalmaktadır. Isınma sonucu kasın elastikiyetinin artması daha büyük eklem amplitüdlerine (hareket açısı) olanak sağlar. Eklemlerin hareketi ısınma ile kolaylaşır.

Ayrıca, ısınma ile hedefe yöneliklilik(isabet) ve hareketlerin koordinasyonu daha iyi hale getirilebilinir.

Genel anlamı ile ısınma endürans(dayanıklılık), sürat, kuvvet, sıçrama, esneme yeteneği gibi elemanları artırır. Aynı zamanda , ısınmanın sağlık açısından en önemli etkenlerinden biri de ısınma ile kas, ligament ve tendon yaralanmaları gibi sportif sakatlanma risklerinin minimalize edilmesidir. Bu nedenle kas bazında ısınma değerlendirildiğinde genel olarak iki temel etki görülmektedir:
A-Olayın profilaktik (sakatlık önleyici) etkisi.
B-Olayın işgücünün (performansı) artırıcı etkisi.
Spor literatürü tarandığında yeterli sürede ve gerekli şekilde yapılmış ısınmanın performans üzerine etkilerinin hep olumlu olduğu saptanmıştır.

Ülkemiz özelinde ısınmaya önem gösteren ve ısınmanın öneminin bilincinde olan sporcu sayısı sınırlıdır. Bu noktada özellikle bazı sporcular yeterli ısınma yapmadan bir sakatlanmaya maruz kaldıklarında, ısınmanın önemini farkederler. İşte, bu arzulanmayan ama “deneme-yanılma” metodu ile sporcuya ve ekibine pahalıya mal olan bir deneyimdir.

3-Isınma süresi ne kadar olmalıdır?

Isınma süresi yapılan spor dalına göre değişiklik göstermektedir. Literatüre baktığımızda bu süre için minimum 10 dakika ile 30 dakika arasında değerler görülmektedir. Bu süre için takım sporlarında ve bireysel sporlarda farklılık görülür.Ayrıca, ısınma süresi belirlenirken, yarışma veya antrenmanın yapılacağı ortam, hava sıcaklığı, yarışma veya antrenman saati de göz önüne alınmalıdır. Kimi literatüre ısınma süresi olarak total antrenman süresinin yüzde 20-30’u arasında bir süre kapsaması gerektiğinden söz edilmektedir 

        Egzersiz

Hareket Azlığının Zararları

Uygar yaşantı dediğimiz, sürekli teknolojik ve endüstriyel gelişim içerisinde olan, kent yaşamında kırsal yaşantının dinlendirici, güç verici görüntü ve ortamı kaybolur. Bir beton yığını şekline dönüşmüş evler, yeşile hasret alanlar. Sanayi artıkları kirlentileri, dumanları, gürültüleri ile dolu bir yaşantı. Korna, daktilo, telefon sesleri, çığlıklar, bağırışlar. Dar ve pislik kokuları ile sokaklar. Konserve kutusu gibi taşarcasına doldurulmuş ulaşım araçları. Asık suratlı insanların, hızlı adımlarla dolaştığı caddeler. Geçim derdi, işini kaybetme korkusu. Ve bunlara benzer sıralayabileceğimiz, çeşitli nedenlerle oluşan psiko-sosyal baskılar. Hareket azlığına bir de bu tip psiko-sosyal baskılar eklenince, organizmanın duyarlılığı artmakta, dayanma gücü azalmaktadır.

İnsan organizmasının ruhsal dengesi Merkezi Sinir Sistemi adını verdiğimiz bir sistem tarafından düzenlenir. Bu sistem dışarıdan gelen bir etkiye karşı organizmanın tepkisini ayarlar. İnsana gelen rahatsız edici bir stres karşısında insanda, anksiyete adını verdiğimiz bir davranış biçimi oluşur.

Yine hareket azlığından kaslar atrofiye (zayıflamaya) uğrarlar. Eklemlerin fleksibilitesi (esnekliği) azalır. Kasları yöneten sinirler aktivitelerini azaltır.

Postür bozuklukları, kireçlenmeler, şeker hastalıkları gibi rahatsızlıklarda egzersiz noksanlığından oluşmaktadır.

Amerika’ da yapılan istatistiklerle ölümlerin %55’ inin kalp-damar rahatsızlıklarından olduğu ortaya çıktı. Bu hastalıkların tedavisi için yılda milyonlarca dolar harcanmaktadır.

B. Almanya’ da 1954 yılında bu yana yapılan grevlerle kaybolan iş günü, kalp hastalıklarından kaybedilen iş gününün yanına bile yaklaşamamaktadır.

Ülkemizde ise kalp-damar hastalıklarının insanlarımız üzerine etkileri şöyle:

Türkiye’ de 4 milyonun üzerinde kalp hastası bulunmaktadır. Bu nedenle üretici iş gücü büyük azalma göstermektedir. Bu oran yılda 300 milyon iş gününü buluyor. Ayrıca, bu hastalıklardan oluşan zarar yılda 15-20 milyarı buluyor. Bunların dışında hipertansiyona bağlı kalp hastalarının sayısı 300 bine yaklaşıyor. İki aileden bir kişi, 13 kişiden biri, özet olarak nüfusumuzun %10’ a varan bir bölümü kalp hastasıdır.

Bu rakamları kalp hastalığı üzerinde araştırma yapan, ülkemizin yararlı derneklerinden Türk Kalp Vakfı’ nın broşürlerinden veriyoruz.

Kalp hastalıklarının insanlar üzerindeki öldürücü etkisi yukarıda verdiğimiz rakamlarla açıkça görülmektedir.

Konumuzun hareketsizlikten oluşan rahatsızlıklara, karşı hareket ile mücadele etmek olduğuna göre, Tıbbın babası diyebileceğimiz ünlü Yunan bilgin Hipokrat’ ın bir deyişini hatırlatmadan geçemiyoruz.

Hipokrat şöyle demişti:

“Kullanılan gelişler, kullanılmayan kaybolur. ”

Daha önceki satırlarda vermeye çalıştığımız bilgiler, açıkça Hipokrat’ ın ünlü deyişini kanıtlamaktadır.

Bu hastalıklardan tek kurtuluş yolumuz var. O da HAREKET etmektir. Sürekli sağlıklı kalmak istiyorsak, haraket etmeliyiz. İlk ve tek parolamız, “Sağlıklı yaşam için HAREKET’ tir. ”.

Şimdi ilerideki sayfalarda sizlere egzersizin yararlı ve zararlı yönlerini anlatmaya çalışacağız. Ondan sonra egzersiz çeşitleri ve enerji oluşum yollarını bulacaksınız. Kısada olsa bu konulara değinmek zorundayız.

Özetlemeye çalıştığımız gibi, psiko-sosyal streslerden ve emosyonel (heyecansal) streslerden kurtulabilmemizin çarelerinden biri hareket etmek, spor yapmaktır. Gün geçtikçe daha büyük rakamlarla uyuşturucu madde ve alkole düşkünlüğü bu stresler sonucu artan insanlarımızın tek kurtuluş çaresi hareketlilik, tekdüze yaşantıdan kurtulmaktır.

Evde bu stresi ailemize taşıyacağımız yerde, yarım saatimizi spor için ayırabilirsek, hem fiziksel sağlığımız, hem de ruhsal sağlığımızı düzene sokmuş oluruz.

Yukarıdaki satırlarda fiziksel aktivitenin insanın ruhsal yapısı ve sağlığı üzerinde yaptığı olumlu etkilerini anlatmaya çalıştık.

        Kondüsyon

Daha önceki sayfalarda kondisyon kavramından söz ettik. Kondisyonun ne olduğunu, çeşitlerini kondisyonlu ve kondisyonsuz kişi arasındaki farkları kısaca gözden geçirelim.

Kondisyon kelimesi, çeşitli kişilerce çeşitli tanımları yapılmış bir kelimedir. Bu konuda tıp adamları, beden eğiticiler, spor adamları değişik tanımlar ortaya atmışlardır. Kısaca kondisyonu şöyle tanımlayabiliriz:

“Yapılacak bir işi, yapılacak kişinin yapma derecesine kondisyon adı veriyoruz. ”

Yani, o anda yapma derecesine, durumuna kondisyon diyoruz. Sözlükte kondisyon kelimesine baktığımızda “durum” ile karşılaşıyoruz. Günlük yapılacak işlerde bir spesifik(özellik, özel durum) yoksa kişi o işi veya hareketi yorgunluk duymadan, duyarsa da bu yorgunluk bir ertesi güne kalmadan yapabilir. Eğer aktivite özel ve kişinin alışkın olmadığı bir aktivite ise yorgunluk duyulur. Kondisyon bir işle ilgilidir. Direkt olarak sağlık durumunu ifade etmez. Diyabetik(şeker hastası) olan tenis şampiyonları, kalp hastası olan uzun mesafe koşucuları görülmüştür.

Genelde kondisyon kavramı üç değişik açıdan incelenir, yani üç çeşit kondisyon vardır. Bunlar:

a. Anatomik kondisyon(Anatomik yapının, yapılacak spora uygunluğu)

b. Fizyolojik kondisyon(Fizyolojik fonksiyonların, yapılacak spordaki gereksinimleri karşılaması)

c. Psikolojik kondisyon(Yapılacak sporda, motivasyon, zeka, eğitim ve emosyonel istikrar yönünden, belirli bir düzeyde olması)

Aniden ortaya çıkan, acil eforlarda kişi alışıla gelenin üstünde, kuvvet, enerji, enerji isteyen aktiviteleri yapmak ve aşırı derecede uygun olmayan ortamlara uymak zorunda kalır. Otomobil kazası, yangın saldırısı gibi durumlar bunlara örnektir. İşte burada etkin olan kişinin genel kondisyonudur.

Konunun uzmanlarından R. C. Darling, antrenmanlı olmayı egzersiz sırasında vücutta homeostazisin (vücudun iç ortam dengesi) korunması ve aşırı yüklerde bozulan dengelerin egzersizden sonra hemen düzenlemesi olarak tanımlar.

    ÇOCUK VE SPOR

Bu bölümde hepimizin en değerli varlığı olan çocuklarımızın ve çocuğun üzerine egzersizin yaptığı etkileri; yetenek ve yetenek seçimi konusunu ve de çocuğun büyüme ve gelişme dönemlerini aktarmaya çalışacağız. Bu genel konularla ilgili daha detaylı bilgileri kaynaklar bölümünden ulaşacağınız kaynaklardan bulabilirsiniz. Bu konularla ilgili sorularınızı da bilgimiz çerçevesinde yanıtlamaya çalışırız.

ÇOCUK ve EGZERSİZ

1-Çocukluk dönemi nedir?

Çocukluk dönemi doğumdan itibaren 11-12 yaşına kadar süren bir zaman kapsar. 0-1 yaş süt çocukluğu, 1-3 yaş küçük çocukluk, 3-6 yaş okul öncesi çağı, 6-10 yaş birinci okul çocuğu çağı, 10-12 yaş ikinci okul çocuğu çağı olarak kabul edilir. Ancak yaşa bağımlı kalmadan , doğumdan itibaren çocuğun, fiziksel, zihinse ve psikolojik gelişimindeki seyrine bakarak cinsel olgunluğa erişmesine kadar olan sürecin çocukluk dönemi olarak ele alınması gerekir. Çünkü , kimi çocuk akranlarına göre, daha erken veya geç gelişebilir.

2-Çocukların egzersize yanıtları nedir?

Çocuklar bilindiği gibi bir gelişme ve büyüme periyodu içindedir. Bu periyotta genç çocukların fizyolojik sistemleri, ağır egzersizlerin getirdiği yükleri karşılayacak düzeyde değildir. Bu güç ancak gelişme çağı sonrası yakalanabilmektedir. Özellikle 12yaşın altındaki çocuklar oldukça yüksek bir sempatik sistem aktivitesine sahiptir. Bu yüzden yüksek bir kalp atım sayısının bulunması ve uzun süren dayanıklılık aktiviteleri onların kapasitelerinin kolaylıkla tükenmesine neden olur. Bu dönemdeki çocukların aerobik güçleri düşüktür. Yeterli oksijen kullanma kapasitesine sahip değillerdir. Çünkü , kalbin bir seferde pompalayabildiği kan miktarı yani kalp atım volümleri düşüktür Ayrıca karbonhidrat depoları da ileri yaşlarınkine oranla daha azdır. Burada bilinmesi gereken puberte (ergenlik ) çağı öncesi beyin, sinir, kalp, akciğerler, böbrekler ve organizmanın iç ortamını sabit tutmak için (homeostasis) koordineli bir şekilde çalışan fizyolojik prosesler (işlemler) bebeklik ve çocukluğun ilk çağlarında zayıftır.

Bu sistemlerin gelişimi puberte ve sonrasında görülür. Pubertede görülen kuvvetlenme, puberte ile ilgili değil;hormonal faktörlerin bir sonucu olduğu düşünülmektedir. Vücudun egzersize ve homeostatik mekanizmaların diğer streslerine yanıt verme yeteneği 14 yaşına tepe noktasına ulaşır.

3-Çocukta antrenmanın tehlike ve riskleri nedir?

Çocuklarda performansın birdenbire ve geçici olarak yükselmesi gözlenir. Küçük yaşta antrenmana başlamanın negatif psikolojik etkileri ile ilgili çalışma sayısı azdır. Bir çalışmada Varek, performansları tekrar düşen çocukların şoka girdikleri ve spor yaşamlarını zamanından önce bitirdiklerini yazar. Çocukta antrenman tek yönlü uygulanmamalıdır. Cottea, yaptığı çalışmalarda antrenman tek yönlü uygulandığında özellikle iskelet sistemi üzerinde olumsuz etkiler gözlendiğinden söz etmektedir. Ayrıca, tek yönlü antrenman programı uygulandığında en riskli spor dallarını cimnastik sırıkla yüksek atlama , kürek , cirit halter, trambolin ve kule atlama olduğu görülmektedir.

4-Çocuk antrenmanı için önerileri nelerdir?

Belirli bir spor dalına yönlendirilen çocukların ebeveynlerine, bu alanda çocuğu bekleyen şanslar ve riskler açıklanmalıdır. Çocukta sportif başarının, okulu ve geleceğini ikinci plana atmaması sağlanmalıdır. Çocukların aileleri ve özellikle okuldaki beden eğitimi öğretmenleri ile sıkı diyaloglar kurulmalıdır.

5-Çocuk ve gençlerde motorik özelliklerin gelişiminde duyarlı dönemler hangileridir?

Erkek çocuklarda motorik özelliklerin en yüksek artış gösterdiği yaşlar 4-6-8-13-14 yaşları olarak görülmektedir. 9, 11 ve 15 yaşlarında gelişme az olurken , 3, 5, 7, 12, 16, ve 17’nci yaşlarda gelişme hiç görülmemektedir. Kız çocukları ve gençlerinde ise en yüksek artış 4, 6, 9, 10 yaşlarında görülürken ;8, 11, 12 ve 13 yaşlarında daha az artış görülmektedir. Kızlarda 3, 5, 7, 14, 15, 16 ve 17’nci yaşlarda gelişme hiç görülmez.

6-Çocukta ve gençte kuvvet antrenmanının özellikleri nedir?

Çocukluk ve gençlik yaşında genel ve çok yönlü vücut gelişiminde kuvvet antrenmanı önemli bir rol oynar. Kuvvet antrenmanı genel anlamda okul öncesi çağda önerilmez. Bu yaş basamağında çocukların kemik ve kas gelişimini sağlamak için, düzenli olarak kuvvet çalışmalarından uzak spor yapmaları yeterlidir. Bu dönemde her türlü kuvvet çeşidine uygun olarak dayanma, asılma çekme (parmaklık tırmanma, halat çekme ) ile amaçlanan kuvvet gelişimi sağlanabilir. Bunun dışında ayrı bir çalışmaya gerek duyulmaz

İlkokulun ilk sınıflarında çocuğun kendi vücut ağırlığı ile yapacağı çalışmalar yeterlidir. Burada halat çekme, yüksekçe bir yere dayanarak push-up (şınav), direğe veya halata tırmanma, alçak barda ayaklar önde/yerde kendini çekme, barfikse asılma, tek ve çift ayak sıçramalar, çakı hareketleri en uygun düşen kuvvet çalışmalarıdır. Stemmler’e göre gövde kaslarının kuvvetlenmesi ve tırmanma yeteneği 7-9 yaşları arasında en yüksek gelişim düzeyine erişmektedir. Bunların ardından 9 yaş sonrası kendi vücut ağırlığının dışındaki bir ağırlığa taşınarak, sağlık topu gibi çalışmalar ilave edilebilir. Ayrıca antrenman içeriği olarak barfikste dikey olarak kendini çekme, düz zeminde push-up (şınav) karın ve sırt kasları için sit-up (mekik) ve ters mekik gibi egzersizler de eklenebilir.

Kitle ve Spor

Günümüzde toplumun büyük çoğunluğu, şu yada bu biçimde sporla ilgilenmektedir. Kimi gazete ve televizyondan takip etmekte, kimi stadyum ve salonlara giderek seyretmekte, kimi de çocuklarının sportif faaliyetleri nedeniyle sporla ilgilenmektedir. Genel nüfusa oranladığımızda bu büyük çoğunluğun pasif olarak sporla ilgilendiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır.  

Düzenli egzersizlerin ruh ve beden sağlığı üzerine olumlu etkilerinin bilimsel araştırmalar ile belgelenmesinden sonra spor her yaştaki insan için önerilmeye başlamıştır. ABD ve Kanada'da “Physical Fitness”, Almanya'da “Trim Dich” ve pek çok ülkede de “Sports for all” ya da ”Sports pour tout” gibi isimlerle tanıtılan spor uygulamaları geniş halk kitlelerine hızla yayılmaktadır(1, 171). Bir yandan teknolojik gelişmelerin insan yaşamına kazandırdığı kolaylıklar nedeniyle giderek daha az hareket ediyor olması, bir yandan da hızlı ve düzensiz kentleşmenin yol açtığı gürültülü, kirli ve sıkıntılı yaşam koşulları çeşitli hastalıklara zemin oluşturmaktadır. Sağlıklı bir topluma kavuşmak ise bireylerin fiziki, ruhi ve ekonomik yönden huzurlu olmalarına bağlıdır.

Nüfusumuzun büyük bir bölümü sıkıntı ve öfke içindedir. Böyle bir ortamda sporun önemi daha da artıyor. Sporun gerçek amacı ve toplumsal işlevi, bir bakıma halkı sıkıntıdan arındırmak olduğuna göre eldeki olanaklar hemen değerlendirilmelidir. Bu zorunluluk salt spor açısından değil sağlık, kalkınma ve iş veriminin arttırılması bakımından da önemlidir. Kitlelerin ruhsal ve bedensel sağlık yönünden, spordan yararlanabilmeleri için geniş kapsamlı organizelere geçilmelidir. Toplu spor ya da sporu da içeren eğlenceler, topluma canlılık ve heyecan getirecektir. Ayrıca halkın değer yargıları değişecek, moral gücü artacaktır. Morali yüksek bir toplumun ise gelişmesi, çağdaşlaşması daha da hızlanır (2, 15). Modern monoton günlük yaşamdaki tek düzelik aynı zamanda bireyin yaratıcılığını da sınırlamakta ve giderek kişinin kendine yabancılaşmasına yol açmaktadır. İşte kitle sporu, sağlık için spor, herkes için spor boş zaman sporu gibi uygulamalar, insanın yeniden mutlu olması, kendini seven sağlıklı bir yaşama kavuşması amacıyla gündeme gelmiştir.

Kitle sporunun, özellikle daha sağlıklı olma ve daha sağlıklı geleceklere ulaşma, üretimi arttırma ve performans sporcu sayısını yükseltme şeklinde üç temel öğe üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. Sporun gerilimi azaltıcı özelliğinden faydalanılarak rutin işlerde çalışanlara spor yaptırarak üretimdeki kalitenin yükseltilmesine ve üretimin artmasına katkıda bulunulmaktadır. Günümüzde tüm dünyada yaygın olarak sporun bu özelliği kullanılmaktadır. Pek çok sanayi kuruluşu ve işletme küçük dahi olsa spor tesisleri kurarak çalışanlarına spor yaptırmak için çaba sarf etmektedir (3, 115). Ülkemizde de 500 kişiden fazla eleman çalıştıran kuruluşların spor ortamı hazırlama zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak bu ortamların hazırlanması yeterli olmamaktadır. Spor henüz günlük yaşamınızın bir parçası olmadığı için çalışanlar, iyi düzenlenmiş motive edici organizasyonlar yapılmadıkça kendiliklerinden bu tesislerden yararlanmamaktadır.

Kitle sporunun yayılması ya da kitle sporu yapan insan sayısının artmasında performans sporunun oldukça önemli bir yeri vardır. Tek tek bireyler performans sporuna özenirler, kısa bir süre için de olsa kendi içlerinden acaba ben de “Bir Numara olabilir miyim ?” duygusunu geçirdiklerini söyleyebiliriz. Aynı şekilde okul sporunda genç, performansını sergileyerek başarabilme umut ve coşkusunu yaşar (4, 60). Bunlar bize kitle sporunun, sporun diğer yapılış biçimleriyle özellikle de performans sporuyla iç içe olduğunu göstermektedir. Sağlık amaçlı ve daha iyi bir fiziksel görünüm kazanmak amacıyla spora başlayan birey bir süre sonra kendi performansının sınırlarını görmek isteyecektir. Kendi potansiyelini yakalamak isteyecektir (3, 116). Küçükten büyüğe çok sayıda insanın sporun içinde olması daha çok sayıda elit sporcu yetişmesini de sağlar. Kitle sporunun yararına inanarak tüm ülke çapında bu tür tanıtım ve uygulamaların hayata geçirilmesi, herkese spor yapma olanağının verilmesi hem daha sağlıklı bir toplum hem de daha çok sayıda performans sporcusu ortaya çıkaracaktır. Sadece İstanbul ilimiz kadar nüfusa sahip olan bazı ülkelerden pek çok branşta daha düşük dereceler elde etmemizin sebebini, Türkiye’de büyük çoğunluğun spor yapma olanağından ve bilincinden yoksun olmasıyla açıklamak hiç de yanlış olmayacaktır.

Kitle ve Spor

Günümüzde toplumun büyük çoğunluğu, şu yada bu biçimde sporla ilgilenmektedir. Kimi gazete ve televizyondan takip etmekte, kimi stadyum ve salonlara giderek seyretmekte, kimi de çocuklarının sportif faaliyetleri nedeniyle sporla ilgilenmektedir. Genel nüfusa oranladığımızda bu büyük çoğunluğun pasif olarak sporla ilgilendiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır.

 

Düzenli egzersizlerin ruh ve beden sağlığı üzerine olumlu etkilerinin bilimsel araştırmalar ile belgelenmesinden sonra spor her yaştaki insan için önerilmeye başlamıştır. ABD ve Kanada'da “Physical Fitness”, Almanya'da “Trim Dich” ve pek çok ülkede de “Sports for all” ya da ”Sports pour tout” gibi isimlerle tanıtılan spor uygulamaları geniş halk kitlelerine hızla yayılmaktadır(1, 171). Bir yandan teknolojik gelişmelerin insan yaşamına kazandırdığı kolaylıklar nedeniyle giderek daha az hareket ediyor olması, bir yandan da hızlı ve düzensiz kentleşmenin yol açtığı gürültülü, kirli ve sıkıntılı yaşam koşulları çeşitli hastalıklara zemin oluşturmaktadır. Sağlıklı bir topluma kavuşmak ise bireylerin fiziki, ruhi ve ekonomik yönden huzurlu olmalarına bağlıdır.

Nüfusumuzun büyük bir bölümü sıkıntı ve öfke içindedir. Böyle bir ortamda sporun önemi daha da artıyor. Sporun gerçek amacı ve toplumsal işlevi, bir bakıma halkı sıkıntıdan arındırmak olduğuna göre eldeki olanaklar hemen değerlendirilmelidir. Bu zorunluluk salt spor açısından değil sağlık, kalkınma ve iş veriminin arttırılması bakımından da önemlidir. Kitlelerin ruhsal ve bedensel sağlık yönünden, spordan yararlanabilmeleri için geniş kapsamlı organizelere geçilmelidir. Toplu spor ya da sporu da içeren eğlenceler, topluma canlılık ve heyecan getirecektir. Ayrıca halkın değer yargıları değişecek, moral gücü artacaktır. Morali yüksek bir toplumun ise gelişmesi, çağdaşlaşması daha da hızlanır (2, 15). Modern monoton günlük yaşamdaki tek düzelik aynı zamanda bireyin yaratıcılığını da sınırlamakta ve giderek kişinin kendine yabancılaşmasına yol açmaktadır. İşte kitle sporu, sağlık için spor, herkes için spor boş zaman sporu gibi uygulamalar, insanın yeniden mutlu olması, kendini seven sağlıklı bir yaşama kavuşması amacıyla gündeme gelmiştir.

Kitle sporunun, özellikle daha sağlıklı olma ve daha sağlıklı geleceklere ulaşma, üretimi arttırma ve performans sporcu sayısını yükseltme şeklinde üç temel öğe üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. Sporun gerilimi azaltıcı özelliğinden faydalanılarak rutin işlerde çalışanlara spor yaptırarak üretimdeki kalitenin yükseltilmesine ve üretimin artmasına katkıda bulunulmaktadır. Günümüzde tüm dünyada yaygın olarak sporun bu özelliği kullanılmaktadır. Pek çok sanayi kuruluşu ve işletme küçük dahi olsa spor tesisleri kurarak çalışanlarına spor yaptırmak için çaba sarf etmektedir (3, 115). Ülkemizde de 500 kişiden fazla eleman çalıştıran kuruluşların spor ortamı hazırlama zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak bu ortamların hazırlanması yeterli olmamaktadır. Spor henüz günlük yaşamınızın bir parçası olmadığı için çalışanlar, iyi düzenlenmiş motive edici organizasyonlar yapılmadıkça kendiliklerinden bu tesislerden yararlanmamaktadır.

Kitle sporunun yayılması ya da kitle sporu yapan insan sayısının artmasında performans sporunun oldukça önemli bir yeri vardır. Tek tek bireyler performans sporuna özenirler, kısa bir süre için de olsa kendi içlerinden acaba ben de “Bir Numara olabilir miyim ?” duygusunu geçirdiklerini söyleyebiliriz. Aynı şekilde okul sporunda genç, performansını sergileyerek başarabilme umut ve coşkusunu yaşar (4, 60). Bunlar bize kitle sporunun, sporun diğer yapılış biçimleriyle özellikle de performans sporuyla iç içe olduğunu göstermektedir. Sağlık amaçlı ve daha iyi bir fiziksel görünüm kazanmak amacıyla spora başlayan birey bir süre sonra kendi performansının sınırlarını görmek isteyecektir. Kendi potansiyelini yakalamak isteyecektir (3, 116). Küçükten büyüğe çok sayıda insanın sporun içinde olması daha çok sayıda elit sporcu yetişmesini de sağlar. Kitle sporunun yararına inanarak tüm ülke çapında bu tür tanıtım ve uygulamaların hayata geçirilmesi, herkese spor yapma olanağının verilmesi hem daha sağlıklı bir toplum hem de daha çok sayıda performans sporcusu ortaya çıkaracaktır. Sadece İstanbul ilimiz kadar nüfusa sahip olan bazı ülkelerden pek çok branşta daha düşük dereceler elde etmemizin sebebini, Türkiye’de büyük çoğunluğun spor yapma olanağından ve bilincinden yoksun olmasıyla açıklamak hiç de yanlış olmayacaktır.

 

     Kitle ve Spor

Günümüzde toplumun büyük çoğunluğu, şu yada bu biçimde sporla ilgilenmektedir. Kimi gazete ve televizyondan takip etmekte, kimi stadyum ve salonlara giderek seyretmekte, kimi de çocuklarının sportif faaliyetleri nedeniyle sporla ilgilenmektedir. Genel nüfusa oranladığımızda bu büyük çoğunluğun pasif olarak sporla ilgilendiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır.  

      Şifalı Bitkiler

 

Papatya;

 

Kuş Burnu

 

Kuşburnunun tarihi gülün tarihi ile eşzamanlıdır. Bir kuşburnu türü olan Rosa Damascena saflık ve temizliğin simgesi olarak M.Ö. Akdeniz ülkelerinde yetiştirilmiştir. Rosa Gallica Romalılar tarafından kültüre alınmıştır. Romalılar gül çiçeğini karın ağrıları için ilaç olarak kullanmışlardır, meyvelerinden kek, reçel ve şarap yapmışlardır. ( Hollıs,1974 ) Anavatanı Anadolu ve Akdeniz Havzasıdır. Çok çeşitli şartlara uyum sağlayabilen Kuşburnu; özellikle Kuzey yarımkürede yaygın bir alan bulmuştur. Gıda değeri 1800 yıllarında anlaşılmıştır. Avrupa ülkelerinde Kuşburnu bitkisi ile ilgili ıslah çalışmaları daha önceleri başlanmış olup, vitamin oranları ve verimi yüksek türler üzerinde durulmuştur. Biz bu çalışmamızda Kuşburnu türleri içinde özellikle iklim ve toprak şartları bakımından ülkemiz şartlarına uyum sağlayan üstün nitelikli bir ıslah türü olan Rosa Rugosa'yı ele alacağız.

 

Kuşburnunun tarihi gülün tarihi ile eşzamanlıdır. Bir kuşburnu türü olan Rosa Damascena saflık ve temizliğin simgesi olarak M.Ö. Akdeniz ülkelerinde yetiştirilmiştir. Rosa Gallica Romalılar tarafından kültüre alınmıştır. Romalılar gül çiçeğini karın ağrıları için ilaç olarak kullanmışlardır, meyvelerinden kek, reçel ve şarap yapmışlardır. Anavatanı Anadolu olmasına rağmen ıslah edilmediği için Endüstride yeterli derecede kullanamadığımız Kuşburnu’nda hiçbir meyvede olmadığı kadar C Vitamini (589mg/100gr-Rathore 1984) bulunuyor. Kan yapıcı, tansiyon düzenleyici, vücudun hastalıklara karşı direncini artırma gibi özelliklerinin yanı sıra Kuşburnu; hemaroid, ülser gibi hastalıklara da şifa oluyor. Kuşburnu; Potasyum, Sodyum, Kalsiyum, Fosfor, Magnezyum gibi elementler içermesi yanında özellikle olgunlaşma döneminde yüksek oranda şeker(%11,39) ve Protein (%9,82) ihtiva etmektedir. (N.Akyüz ve Ark.) Kuşburnu’nda Vitamin C’ye ilave olarak B1 ve B2 Vitaminleri E ve K Vitaminleri ve ayrıca Karoten olduğu bildirilmektedir. Kuşburnu’nda hiçbir şekilde insan sağlığına zararlı Pestisit ve ağır metallerin (arsenik,kadmiyum,kurşun ve cıva gibi) bulunmayışı ona güvenli bir şekilde bebek gıdası olma özelliği kazandırıyor. (Kostik 1984) HABİTÜSÜ Rosaceac (Gülgiller) familyasının Roba Diease alt familyası kapsamına giren Kuşburnu, çok yıllık bir bitkidir. Kuşburnu genel olarak Fruktus Rosae denilen Gül Meyvesidir. (Ateş,1992) Halk arasında Yabangülü, Şillan, Deligül, Gülburnu, Gülelması olarak da bilinir. Çalı formundadır. Peyzaj açıdan hoş görünümlü, Gülgillerden,ekonomik ömrü; 30-40 yıldır. Yaşam süresi ise çok uzundur. Doğada 300 yıllık Kuşburnu çalısı olduğundan bahsedilmektedir. (Nilson,1972 ; İlisu,1992)

 

KÖK Kuvvetli bir kök yapısına sahiptir. Hem yüzeyde saçak kökleri, hemderinde 3m'ye kadar inen kazık kökleri vardır. Kökler, hastalık, zararlılar ve zor şartlara karşı mukavemetlidir. Kırmızı renkte ve yumuşak etli yapıdaki bu kökler boya sanayiinde de kullanılır. Çok bol kök sürgünü verir. GÖVDE VE DALLAR Gövdesi dikenli ve sağlam yapıdadır. 3 yaşına kadar ancak 1 cm çap oluşturabilir. Bir Kuşburnu gövdesinin bilek kalınlığına ulaşabilmesi için onlarca yıl geçmesi gerekir. Bunun için bitkinin dış görünüşü ağaç tipi değil, ocak şeklindedir. Gövdeyle bütünlük gösteren dalları esnek ve genellikle dikenlidir. Rosa Rugosa türünün dallarındaki dikenler zararsızdır. Bu da hasadı kolaylaştırır. Ocak çapı türlerine göre 1,5m (Rosa Rugosa) ile 3m (Rosa Canina) arasında değişir. YAPRAKLAR Yapraklar elips şeklinde, dişli, 3 ve 5 yaprakçıklı yapraklar şeklindedir. Martta açan, kışın dökülen yapraklar sık ve arkaları dikenlidir. Matyeşil renklidir. Fazla hassas olmamakla beraber ülkemizde, hastalıklardan; küllenme, zararlılardan ise; kırmızı örümcek Kuşburnu yapraklarında görülebilir. Mücadelesi kolaydır. ÇİÇEKLER 5 Tac yapraklı çok hoş koku ve görünüme sahiptir. Tek evciklidir. 3-4cm çapında müstakil bulunan çiçekleri beyaz ya da uçuk pembe renktedir. Rosa Rugosa türünde ise 6-7cm çapında grup halinde bulunan çiçekler çingene pembesi renktedir. İlki mayıs başında sonuncusu eylül sonunda olmak üzere 4 periyod açarlar. Kaliks(Çanak Yapraklar) uca doğru sivrilerek çok parçalı durum almıştır. Petaller beyaz yada pembedir. Stomalar çok sayıda (25 kadar) ve tüylüdür. Bol çiçek tozu üretirler. Rosa Canina türünde Haziran ayında açan çiçekler 20 gün sonra meyveye döner. Rosa Rugosa da ise Mayıs başında açmaya başlayan çiçekler 40 günlük aralarla periyodlar halinde Ekime kadar sürdürürler.Bunun için Kuşburnu Ocakları yaz boyunca birçok gülden bile güzel görünürler. Bu da peyzaj çalışmalarında Rosa Rugosa türünün kullanılmasını sağlar. MEYVELER Kuşburnu meyvesi parlak kırmızı renkte, yumurtamsı veya yuvarlak şekildedir. İçi tüylü kılçıklı, 3-5gr ağırlığında, 1-2cm uzunluğunda olan Rosa Canina meyvelerinin yanında, Rosa Rugosa meyveleri sadece et ve çekirdekten oluşan tüysüz yapısı, 6-8gr ağırlığı, 3cm'e varan çapıyla farklılık gösterir. Rosa Rugosa türü Kuşburnu meyveleri protein, şeker ve C Vitamini bakımından da üstünlük gösterir. Rosa Canina'da ocağın her tarafına dağınık vaziyette bulunan meyvelerin hasadı zorken, Rosa Rugosa'da meyveler son yıllık sürgünün uçlarında salkım şeklinde olduğundan hasadı kolaydır. Etli meyveleri koyu kıvamdadır. Tatlımayhoş tadı vardır. Meyve içlerinde türlerine göre farklılık gösteren 10-60 adet çekirdek vardır. Rosa Canina'nın meyve oluşumu Eylül ayı iken, Rosa Rugosada; Temmuz başı, Ağustos ortası, Eylül sonu ve Kasım ortası olmak üzere 4 defa meyve hasadı yapılır. Meyveler %11,39 oranında şeker, %9,82 protein (Nurhan Akyüz ve Ark.), 589mg/100gr C Vitamini (Rathore 1984) içerir. Potasyum,Sodyum,Kalsiyum, Magnezyum,Fosfor gibi vücuda gerekli elementler de içerir. Kimyasal bileşimi : %1,7-3.0 sabit yağ, %11 pektin asidi, %2.0-2.7 taneli maddeler , %2.4-4.0 kül, %10.0-13.7 invent şekeri, %0.6-2.4 sakkaroz,%11.6-15.6 toplam şeker, %3 elma ve limon asidi,%0.038 oranında portakal sarısı renginde uçucu yağ taşır. Ve %22.8-38.0 arasında değişen oranlarda su ihtiva etmektedir.Ayrıca eser miktarda Vanilin bulunur. Kuşburnu meyvesi vitaminler bakımından da çok zengindir. 100gr meyvede 2,55-6,18mg Vitamin A ve 1700mg Vitamin C; ayrıca, Vitamin B1 ,Vitamin B2 ve flavonitler içerir. C Vitamini kadar önemli olan ancak üzerinde durulmayan P Vitamini özelliği gösteren Plavonitler 1100mg/100gr oranında bulunurlar (Yamankaradeniz 1983 Kuşburnu en çok C Vitamininin diğer hiçbir meyvede olmadığı kadar yüksek oranda olmasıyla dikkat çekmiştir. Meyvesi lezzetli, tatlı ve mayhoştur. Tatlılığını veren şekerler; bilhassa glikoz, ekşiliğini veren sitrik ve malik asit, kokusunu veren asetik asit, rengini veren karotenlerdir. Ayrıca Provitamin A kaynağı olan Karotenler de renk maddesi olarak 3,8mg/100gr gibi fazla oranda bulunur. Bu da gıdaboyar madde olarak gıda endüstrisinde kullanılmasını sağlar.

ADAÇAYI


Mide ve bağırsak gazlarını giderir. Mide bulantısını keser.Hazım sisteminin düzenli çalışmasını sağlar. Göğsü yumuşatır. Astım hastaları için yararlıdır.Bu uyarıcı bitki kan dolaşımını hızlandırır. Hücre yenilenmesini ve cildin elastikiyetinin artmasını sağlar. Bu bitkiyle sivilcelerinizden de kurtulabilirsiniz.

AHUDUDU
Kanı temizler, vücutta biriken zehirli maddelerin atılmasını sağlar. Terletir ve idrar söktürür. Kabızlığı giderir. Vücuda dinçlik verir.

ALOE VERA(SARISABIR)
Eski yunanlılarında güzelleşmek için kullandıkları bir bitki. Yıpranmış ciltleri onarmak ve nemlendirmek için son derece yararlı. Akne sıcaktan kaynaklanan kaşıntılara karşı cildi koruyor. Yıpranmış saçları onarıyor ve nemlendiriyor.

ASMA
Yaprakları ile yapılan ilaçlar kanamayı durdurur. Vücuda kuvvet verir. Sarılığı keser. İshali durdurur.

AVOKADO
Çok kalorili olmasına rağmen içerdiği Glutathion süper bir hücre koruyucusudur, çünkü en iyi antioksidanttır. Antioksidantlar hücrelerin yaşlanmasını yavaşlatırlar ve kanseri önlerler. Tüm meyveler arasında protein bakımından en zengin olanıdır. Bol miktarda E vitamini de içerir.Bu vitamin kalp ve deriyi koruyarak dolaşımı düzene sokar. Ayrıca potasyum ve B6 vitamini de içerir. Kadınlar açısından çok gereklidir.

AYRIKOTU
İdrar söktürür. Böbrek ve mesane taşlarının düşürülmesine yardımcı olur. Buralardaki iltihapları da giderir.

AYVA
İshal ve dizanteriyi keser. Mide ve bağırsakları kuvvetlendirir. İnce bağırsak iltihabını giderir. Kanı temizler. Çarpıntıyı dindirir.

BADEM
Bedeni ve zihni yorgunluğu giderir. Böbrek, mesane ve tenasül yollarındaki iltihapları giderir. Baş ağrısı, karaciğer ve böbrek ağrılarını hafifletir.

BAKLA
İdrar yollarını temizler. Böbrek ağrılarını dindirir. Böbrek iltihaplarını giderir. Böbrek kum ve taşlarının düşürülmesine yardımcı olur.

BAMYA
Halsizliğe karşı bire bir. 100 gram bamya günlük magnezyum (hücrelerin enerji depolamasına yarayan madde) ihtiyacımızın üçte birini ve yüzde 10'dan daha fazla miktarda ise günlük demir (akyuvarların vücut içinde oksijen taşımasını sağlıyor)ihtiyacımızı karşılıyor.

BİBERİYE
Eski zamanlarda gençliği geri getiren bitki olarak adlandırılan biberiye, sivilcelere iyi geliyor. Cildin esnekliğini ve sıklığını artırıyor. Bir litre suya, biberiye ve kekik yağından iki kaşık ekleyin. Bu karışımı cildinizi temizlemek ve yumuşatmak için kullanın.

BEZELYE
Taze ve donmuş olarak kullanılabilen bezelye B1, C vitaminleri, protein, lif ve folik asit içerir. Sinir sisteminde sorunları olanlara tavsiye edilir.

BROKOLİ
Kansere karşı bizi koruyan ve ömrümüzü uzatan müthiş bir sebze. Çok miktarda kalsiyum içerdiği için kemik erimesine bire bir. Mineral ve demir eksikliğini gideren brokoli, vitamin deposudur. Brokoli tutkunlarında ender olarak bağırsak ve akciğer kanseri görülür, kalp dolaşım hastalıklarına da pek fazla rastlanmaz. Kadınlarda göğüs kanserini önler.Göğüs kanserine ve spinabifida hastalığına karşı etkili. Brokoli bol miktarda, göğüs kanseri riskini azaltan 'indole' adlı bir madde içeriyor.İndole, göğüs kanserine neden olan östrojen bozukluklarını engelliyor. Ayrıca brokolinin diğer bir özelliği de, spinabifida hastalığını (doğuştan belkemiğinde son omurun kapanmamış olması) önlemesi.

BUĞDAY
Lifli gıdalar sağlıklı bir beslenmenin temelidir. Buğdayın dış kabuklarından elde edilen kepek de, genellikle mısır gevreği türü yiyeceklerle tüketilir. Kepekli buğday unundan yapılan kurabiye vb. bağırsakların düzenli çalışmasını sağlar ve kabızlığı önler. Buğday tanesinin özü olağanüstü besleyicidir. Vücudun özümsediği kalsiyum, demir ve çinko burada depolanır. Besin değeri, potansiyel olarak yulaf ve mısırdan daha yüksek olan buğday, bağırsak ve rektum kanserini önleyici faktörler içerir. Ama, yulaf ve mısıra kıyasla sindirimi biraz daha zordur.

ÇAM FISTIĞI
Bronşit, verem, akciğer hastalıklarının çabuk iyileşmesine yardımcı olur. Ruhi çöküntüyü giderir. Kalp hastalıklarında da faydalıdır.

ÇAY
Binlerce yıllık bir bitki olan çayın yaprakları güzelleşmek içinde kullanılıyor. Yağlı bir cildiniz varsa, çaydan bir tonik olarak faydalanabilirsiniz.
Gözleriniz şişse iki soğuk çay poşetini göz kapaklarınızın üstünde bekletin.
Saçlarınızın eskisinden daha parlak görünmesini istiyorsanız, şampuandan sonra çayla durulayın. Farkı göreceksiniz.

ÇİLEK
Körpe ve bol sulu çilekler sistemi temizliyor. Cilt sorunları olanlar için de iyi bir meyvedir. Böbrek, idrar yolları ve bağırsak sorunları için de birebirdir. Ayrıca diş etlerini güçlendiriyor, dişlerdeki tartarı önlüyor, ağız kokularını ve boğaz ağrılarını gideriyor. Çilekte yüksek oranda C vitamini bulunduğu gibi, yüksek tansiyon ve kolesterolü düşüren maddeler içeriyor. Çilek C vitamini ihtiyacını karşılar. Ayrıca bol miktarda potasyum içerir ve lifli besinler arasında önemli bir yer tutar. Diyabetli hastalar, çileğe şeker ilave etmemek şartıyla bu meyveyi bol bol yiyebilirler.

ÇÖREKOTU
İştah açar. Vücuda kuvvet ve dinçlik verir. Hazmı kolaylaştırır. Mide ve bağırsak gazlarını söker. Koklanacak olursa baş ağrısını keser.

DOMATES
Kanserden koruyucu ve yaşlanmayı zihinsel ve bedensel olarak yavaşlatıcı bir sebze. C ve E vitaminleri içerir. Domates zengin bir potasyum kaynağıdır ve çok az miktarda tuz bulunur. Yüksek kan basıncını düşürmeye yardımcı olur ve vücudun su tutmasını engeller. Kalp hastalıklarına ve prostat kanserine karşı etkili. 'Beta karotin'e yakın olan likopen içeriyor. Likopen vücudu kalp hastalıklarına karşı koruyan maddeler arasında yer alıyor. Araştırmalar domatesin prostat kanseri riskini azalttığını gösterdi. Haftada en az iki kez domates yiyen erkeklerin, diğerlerine oranla prostat kanserine yakalanma riskleri az.

DUT
Beyaz dut yaprakları idrar söktürür. Vücutta biriken suyu boşaltır. Aç karnına yenen beyaz dut bağırsak solucanlarını söktürür.

EBEGÜMECİ
Göğsü yumuşatır. Öksürük keser. Mide bulantısı ve kusmaları önler. Ateşi düşürüp vücuda rahatlık verir. Boğaz ve bademcik iltihaplarını giderir. Dişeti hastalıklarını tedavi eder.
Bu bitkinin yaprakları tahriş olan cildi dış etkenlere karşı korur. Cildi nemlendirir ve yumuşatır. Ebegümeciyle kan dolaşımını hızlandırabilir, bağ dokusunun elastikiyetini artırabilirsiniz. Ayrıca göz altındaki kırışıklara ve şişliklere de iyi gelir.

ELMA
Günde bir elma yemek doktoru evinizden uzak tutar. İki elma yerseniz,kalp ve dolaşım sorunlarına karşı korunmuş olursunuz. Kolesterolü yok eder ve kabızlığı önler. Sindirimi kolaylaştırır. Kokusu rahatlatır ve kan basıncını düşürür. Artrit, romatizma ve gut hastalıklarına karşı da yararlıdır.

ENGİNAR
Kandaki üre ve kolesterolü düşürür. İdrar söktürür. Kandaki şeker miktarını ayarlar. Damar sertliği ve kalp hastalıklarını önler. böbrekteki kumların dökülmesine yardımcı olur. Prostat, meme ve rahim ağzı kanserine karşı iyi gelir. Enginarın içinde bulunan Silymarin maddesinin, hücrelerin hasar görmesini engellediğine işaret eden araştırmacılar, ayrıca Silymarin maddesinin, prostat, meme ve rahim ağzı kanserini önleme konusunda da etkili olduğunu belirtti. Enginarın içinde, fiber, magnezyum, folate ve C vitamini bulunduğu, bu sebzeyi bol miktarda tüketenlerin, bulundukları yaşın daha altında gösterdikleri belirtildi.

FESLEĞEN
Sakinleştirici ve yatıştırıcı özelliği vardır. Enerji verir ve cildi rahatlatır. Fesleğenli saç losyonlarıyla saç derisine masaj yaparak, onların kökünü güçlendirebilirsiniz. Fesleğen yağıyla selülitlerinizden de kurtulmanız mümkün.

FINDIK
Bedeni ve zihni yorgunluğu giderir. Vücuda kuvvet verir. Nekahat devresinin çabuk geçmesini sağlar.

GÜL
Cilde sağladığı yararlar yüzünden kozmetik ürünlerinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Parfüm üretiminin önde gelen elemanlarındandır. Gözenekleri sıkılaştırıcıdır.

GREYFURT
C vitamini bakımından çok zengindir. Yarım greyfurt günlük C vitamini ihtiyacının yüzde altmışını sağlar. Kolesterol oranını düşüren pektin maddesi bulunur. Kansere karşı koruyucu özellik taşır. İştah açar.

HAVUÇ
Haftada beş kere yendiği takdirde Harvard'ın araştırmalarına göre kadınlarda kalp enfarktüsünü, felç tehlikesini yüzde 68 oranında azaltıyor. Günde iki havucun erkeklerde kandaki kolesterolü yüzde 10 oranında azalttığı görülmüştür. Her gün yenen bir havuç da akciğer kanseri tehlikesini yarıya indiriyor. Havuçtaki Beta-Karotin de gözleri yaşlılığın getirdiği görme zayıflığından koruyor ve bağışıklık sistemini kuvvetlendiriyor. Mide ve bağırsak kanamalarını önler, kansızlığı giderir, anne sütünü arttırır, yüz ve boyun kırışıklıklarını giderir, idrar ve bağırsak gazlarını söktürür, ülserdeki şikayetleri giderir Kansere karşı etkili olduğu gibi cildin kurumasını da engelliyor ve bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Beta karotin (kansere neden olan serbest radikallari durduruyor ve bağışıklık sistemini güçlendiriyor) içeren havucun en büyük özelliklerinden biri içerdiği bu maddenin cildin kurumasını engelleyen A vitaminine dönüşebilmesi.

IHLAMUR
Ihlamur, 18. yüzyıldan beri çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılıyor. Sakinleştirici ve yumuşatıcı özelliğiyle kış aylarının vazgeçilmez içeceği. Ihlamurun bu özellikleri yağlı yada kuru her tür cilt için de geçerli. Ihlamur, cildi sakinleştiriyor ve yatıştırıyor.

ISIRGANOTU
Toplaması zor olduğu için pek fazla sevilmeyen bu bitki, cildin parlak görünmesini sağlar ve gerginleştiriyor. Böbrek hastalarının vazgeçilmez dostu saç dökülmesini de önlüyor.

ISPANAK
Kalp hastalıklarına, felce, yüksek tansiyona, yaşlılığın getirdiği göz hastalıklarına, kansere, hatta psişik rahatsızlıklara karşı da etkili bir sebze. Göz hastalıklarına ve derideki lekelenmelere karşı etkili.Ispanak içerdiği iki kimyasal madde sayesinde görme bozukluklarına karşı etkili. Haftada 6 kez ıspanak yiyenlerin % 86 oranında yaşın ilerlemesiyle birlikte ortaya çıkan derideki lekelenmeler gibi bir sorunlarının olmayacağını gösteriyor. Ayrıca yaşla birlikte ortaya çıkan göz hastalıklarına karşı da etkili. Bir porsiyon ıspanak, günlük demir ihtiyacımızın onda birini karşılıyor.

İNCİR
Bağırsakları yumuşatır. Kabızlığı giderir. Bronşit,öksürük ve boğaz ağrılarında faydalıdır. Enerji verir.

KARANFİL
Mikropları öldürür. Ağrıları dindirir. Sinirleri uyarır. Hazmı kolaylaştırır. Koku giderir. İştah açar.

KEKİK
Bedeni kuvvetlendirir. Hazmı kolaylaştırır. Kalp çarpıntısını keser. Bağırsak iltihaplarını iyileştirir. Bağırsak solucanlarının düşürülmesine yardım eder. Kandaki şeker miktarını azaltır.

KIRMIZI BİBER
Bulaşıcı hastalıklara karşı etkili. Vücudun özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı olan direncini artırıyor. Portakaldan daha fazla miktarda C vitamini içeren bu sebze, aynı zamanda içerdiği beta karoten ile bağışıklık sistemimizi güçlendiriyor. Kırmızı biber mide suyu ve tükürük oluşumunu artırır, sindirimi kolaylaştırır, romatizma, mafsal ve diş ağrılarını azaltır, krampları giderir, kolera ve azaltır ve kanser tedavisinde kullanılır. Terlemeyi artırır, gut hastalıkları başta olmak üzere bir çok hastalığa iyi gelir.Kanser riskini serinlik verir (sıcak iklimlerde kullanılmasının nedenlerinden birisi budur), öksürük ve boğaz ağrılarını gidermede(gargara olarak) kullanılır, sinir hastalıkları için doğal yatıştırıcıdır,vücuttaki aşırı yağ ve kolesterol birikiminin önlenmesini sağlar. Antibakteriyel etkisi ile hastalıkların önlenmesinde de etkili olan kırmızı biber ülkemizde ağırlıklı olarak Kahramanmaraş, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere Güney ve Güneydoğu illerinde fazlaca tüketilir.

KİRAZ
Aspirin yerine kiraz. Kiraz yemek ağrıların dindirilmesinde aspirinden çok daha etkili oluyor. 20 kirazda 12-25 miligram arasında antosiyanin bulunduğu ve bu maddenin ağrı kesici etkisinin aspirinden on kat daha fazla olduğu görüldü. Kirazda bulunan antosiyanin maddesinin E ve Ca vitaminlerine benzer antioksidan etkiler yarattığına da tanık olundu. Nair'e göre,günde 20 kiraz yemek bir aspirin almakla özdeş etki yaratıyor. Nair kirazdaki antosiyaninin tablete dönüştürülmesine çalışıyor.

KİVİ
Bir kivide, bir portakalda olan C vitamininin iki katı vardır. Potasyum bakımından da zengindirler. Sindirimi kolaylaştırır ve kabızlığı önler.

KUŞBURNU
Çok yoğun vitamin zenginliği nedeniyle gözlerin dostudur.Vücuda dirilik sağlar. 100 gram kuşburnunda bir sandık portakala eşdeğer C vitamini vardır. İyi bir raşitizm ilacı, etkin bir kan temizleyicisidir. Güçlü bir kurt düşürücü ve bağırsak yumuşatıcısıdır. Mide kramplarına ve sindirim sistemi zorluklarına karşı faydalıdır. Romatizma ağrılarını gideriyor. Basur tedavisinde iyi sonuç veriyor.

LAHANA
Kansere karşı etkili olduğu bilinen sebzelerin başında gelir. Bol miktarda B, C ve E vitamini, potasyum içerir. Özellikle meme ve rahim kanserine karşı etkilidir. Vücutta biriken zehirli maddelerin atılmasını sağlar. Kandaki şeker miktarını düşürür. Sarılık ve safra kesesi hastalıkları için iyidir. Astıma faydalıdır. Bağırsak kanserine karşı etkili. Lahana kanser hücrelerinin üremesini engelleyen kimyasal bir madde (isotiocyanates) içeriyor. ABD'de yapılan bir araştırmaya göre, haftada bir gün lahana yiyenlerin bağırsak kanseri olma riskleri üçte iki oranında azalıyor.

LAVANTA
Cildi rahatlatıyor ve gevşetiyor. Alın ve boyun bölgesinin toparlanmasına yardımcı oluyor. Su doldurulmuş küvete lavanta yağı karıştırıp, cildinizin kuru bölgelerine kısa bir masaj yaparak bu dertten rahatlıkla kurtulabilirsiniz.

MAYDANOZ
Bir demir deposudur. Genellikle taze yenen maydanozda, kalsiyum, potasyum ve A vitamini vardır. Bir tutam maydanoz, günlük C vitamini ihtiyacının çoğunu karşılar. Böbrekleri çalıştırarak idrar getirir, kan şekerini normal seviyede tutar ve kansere karşı da koruyucudur.

MARUL
Kemik erimesine karşı etkili. Sütten bile daha fazla kalsiyum içeren bu sebze, kemikleri güçlendirmesi açısından bir numara. 100 gramında, küçük bir bardak sütün içinde bulunan kalsiyumdan daha fazlasına sahip. Bu miktar günlük kalsiyum ihtiyacının dörtte birine tekabül ediyor.

MISIR
Yüzde 18.3 gibi yüksek oranda lif içeriyor. Mısırın içeriğindeki yüksek karbonhidrat, enerji seviyenizi yükseltir. İçinde protein, kalsiyum, demir, fosfor, A ve B2 vitaminleri bulunur.

MUZ
Folik asit, potasyum ve B6 vitamini bakımından son derece zengin bir meyvedir. Potasyum krampları önler. Adet sancılarını gidermeye birebirdir.

NANE
Cilde enerji, canlılık ve yoğun bir ferahlık hissi verir. Dokuların elastikiyetini kuvvetlendirir.

ÖKSEOTU
Kalbin atışlarını arttırır. Damar kireçlenmelerinde faydalıdır.Sara ve akciğer kanamalarında kullanılır.

PATATES
Kızarmış yemezseniz kilo aldırmaz. Sindirimi kolaylaştırır, kabızlığı önler. Yorgunluğa karşı birebirdir. Bol miktarda C vitamini ve protein içerir. Halsizliğe karşı etkili. Vücuda enerji veren madde olan karbonhidrat içeren patates, C ve E vitaminleri ve beta karotin açısından en zengini.

PAPATYA
Her derde deva bir bitki. Tahriş olmuş, temizliğe ve ferahlamaya ihtiyacı olan ciltler için ideal. Kurutulmuş papatyalardan hazırlanmış bir losyonla gözlerinize yapacağınız kompres şişkinliğini alıyor.

PIRASA
İdrar söktürür. Mide rahatsızlığına iyi gelir. Kabızlığı giderir. Basur memeleri için faydalıdır. Böbreklerdeki kum ve taşların düşürülmesine yardımcı olur.

PORTAKAL
Antioksidantlar ile dolu bir meyve. Kanseri önleyici olarak bilinen bütün maddeleri içeriyor. Ayrıca bol miktarda C vitamini içeriyor.

SALATALIK
Salatalığı zaten birçok kadın cilt bakımı için kullanıyor. Hassas ciltlerde meydana gelen kaşıntıyı, pullanmayı ve gerginliği ortadan kaldırıyor. Cilde yoğun bir şekilde nem vererek, günlük nem ihtiyacını karşılıyor. Salatalığın kendisi ya da suyu cildimizi bir tonik kadar temizler,kabızlığı önler, böbrek ve kalp hastalıklarında vücutta biriken suyun atılmasına yardımcıdır. Kalp hastalıkları ve enfeksiyonlara karşı etkili. Kükürt içeriyor ve bu madde vücudun enfeksiyonlara karşı dayanıklılığını artırdığı gibi, kolestrolü de düşürüyor.

SOĞAN VE SARIMSAK
Yüksek tansiyon ve kalp hastalığı tehlikesini azaltırlar. Soğan, mide kanserine yakalanma riskini; sarımsak da bağırsak kanserine yakalanma riskini azaltıyor. Sarımsağın mayasında bulunan maddeler hücrelerin zarar görmesini önleyerek, vücudu erken yaşlanmaya karşı koruyor. Antibiyotik ve nefes darlığını gideren bileşimler içeren sarımsak bağışıklık sistemini de kuvvetlendiriyor. Kalbe ve alerjik hastalıklara karşı etkili. Soğan içerdiği kimyasal maddelerle kalbimizi güçlendiriyor ve alerjik reaksiyonları engelliyor.

TURP
Böbreklerdeki mikropları öldürür. Kum ve taşların dökülmesine yardımcı olur. Karaciğer şişliğini indirir. Sarılıkta faydalıdır. Safra taşlarının düşürülmesine yardımcıdır. Romatizma, siyatik astım ve bronşite faydalıdır.

ÜZÜM
Üzümde bilinen 20 antioksidant var, siyah üzüm ise yeşil üzümden fazlasını içeriyor. Kan yapar, kanı temizler. Yüksek tansiyonu düşürür.Böbreklerdeki kum ve taşların düşürülmesine yardımcı olur. Besleyicidir.

YOĞURT
Vücudun çeşitli organlarında bulunan bakterilerden bağırsakta barınanları, sindirim sisteminin düzenli çalışması açısından önemlidir. Bu bakteriler, enfeksiyonların ve bulaşıcı bir hastalık geçirirken almak zorunda kaldığımız antibiyotiklerin saldırısına uğrayabilir. Bu da sindirim sistemini harap eder. Yoğurt bu sorunu çözer, azalan bakteri miktarını normal seviyesine getirir ve enfeksiyonları hem önler, hem de onlarla mücadele eder. Bağışıklık sistemini de canlandırır. Kalsiyum oranı sütten fazla olan yoğurdun, protein oranı süte eşittir.

YERALMASI
Şeker hastaları için faydalıdır. Besleyicidir. Vücudun direncini arttırır. Kabızlığı giderir.

ZEYTİN
Zeytinyağı, safrayı artırır. Karaciğeri çalıştırır. Karaciğer ağrılarını keser. Sarılıkta faydalıdır. Yaprak ve kabukları yüksek tansiyonu düşürür. Kandaki şeker miktarını düşürür. Bağırsak solucanlarının düşürülmesine yardımcı olur.

Mayıs papatyası (Matricaria chamomilla L.), ülkemizde adi papatya, babunç, tıbbi papatya yada sadece papatya adlarıyla bilinir. Papatya; genelde balçıklı topraklarda, orman çayırlıklarında, eğimli topraklarda, tahıl, mısır, patates ve şalgam tarlalarında yetişir. Gitgide yaygınlaşan yapay gübre ve kimyasal ilaçların kullanımı yüzünden, çok değerli papatyamızın yaşama alanları her geçen gün biraz daha daralmaktadır. Fakat, kar yağışlı kışlardan ve yağmurlu ilkbaharlardan sonra alışılmıştan daha fazla yetişir. Yabani papatya ile arasındaki fark, sarı çiçek tabanının içinin oyuk ve kokusunun daha etkili ve hoş oluşudur. Çiçekler sapsız olarak, mayıstan ağustosa kadar, öğlen güneşinde toplanmalıdır.

Papatyanın, küçük çocuklar için bile her derde deva olduğunu söyleyecek olursak, herhalde abartmış olmayız. Her türlü rahatsızlıkta çocuklara papatya çayı içirilebilir. Özellikle, kramplarda ve karın ağrılarında ! Papatya çiçeği, gaz birikiminde, ishalde, deri döküntülerinde, mide rahatsızlıklarında ve balgamlanmalarda yardım eder. Ayrıca, adet görme aksaklıklarında, adet görememe hallerinde ve daha başka nitelikteki, dölyatağı (rahim) şikayetlerinde, uykusuzluk, testis iltihabı, yüksek ateş, yara ve diş ağrılarında yardımcı olur. Papatya, terletici, sakinleştirici ve kramp çözücü etkilere sahip olmasının yanı sıra, her tür iltihaplanmalarda ve özellikle mukoza iltihaplarında dezenfeksiyon ve iltihap kurutucu olarak kullanılır. Göz ve gözkapağı iltihaplarında, kaşıntılı ve akıntılı deri döküntülerinde dıştan kompres ve yıkama olarak, diş ağrısında gargara olarak ve ayrıca yaraların yıkanmasında kullanılır. Bir olay yüzünden kızgınlığa kapıldığınızda veya sinirlendiğinizde, hemen bir bardak papatya çayı içiniz; kalbiniz zarar görmeden, hemen sakinleşeceksiniz. Ağrılı bölgelere, kurutulmuş papatya ile doldurulmuş sıcak yastıklar koymak (Bitki Yastığı) da özellikle önerilir. Yatıştırıcı etki içeren papatya banyoları ve yıkanmaları da tüm sinir sistemini en iyi biçimde etkiler. Ağır hastalıklardan, bitkinlik hallerinden sonra kendinizi çok iyi hissetmeye başlayacak ve rahatlayacaksınız. Yüz ve cilt güzelliği bakımında da papatyayı unutmamalısınız. Kaynatılmış bitki suyu ile haftada bir kere yüzünüzü yıkayacak olursanız, cildinizin nasıl tazelendiğini ve sağlıklı bir renk kazandığını göreceksiniz. Saç bakımında da, özellikle saçları açık renk olanlar, kaynatılmış papatya suyu kullanmalıdırlar. Böyle yıkanacak olurlarsa, saçlarınız güzelleşecek ve göz okşayıcı parlaklık kazanacaktır. Papatya merhemi, basura karşı kullanılabilir. Bu merhem, ayrıca yaraların tedavisinde de kullanılır. Papatya buğusu kullanarak, nezle ve sinüzit kısa sürede iyileştirilebilir. Bu tür bir tedaviden sonra, doğal olarak, hemen soğuk havaya çıkmamak gerekir. Antik çağda bile, sinir ağrıları ve romatizma, papatya yağı ile masaj yapılarak tedavi ediliyordu. Eski bitki kitaplarında yazdığına göre, papatya yağı, organların yorgunluğunu alır ve kaynatılmış bitki lapası hasta mesanenin üstüne uygulandığında, ağrıları hafifletir.

İsviçreli Herbalist Künzle (Referans1), yaşadığı köydeki herkes tarafından papatya cadısı diye anılan yaşlı bir kadından söz eder. Bu kadın, kulağı ağır işiten beş kişinin, içinde adasoğanı kaynattığı papatya yağını kulaklarına damlatarak, yeniden duyabilmelerini sağlamış. Ayrıca papatya yağı friksiyonu (ovarak sürme) ile, kötürüm organları yeniden canlandırır. Göz ağrılarına karşı, sütte kaynattığı papatyaları sıcak kompres olarak gözkapaklarının üstüne koyarmış ve gözler kısa sürede iyileşirmiş. Herbalist Künzle şöyle sürdürüyor: “Bir dokumacı, ancak oturduğu yerde uyuyabiliyordu, çünkü, eğer yatarak uyuyacak olursa boğulacağını sanıyordu. Papatya cadısı hastaya şöyle bir baktı ve onun idrarını kolay koly yapamadığını söyledi. Hasta adam bu sözleri doğruladı.Bunun üzerine adama, içinde papatya kaynatılmış büyük bir şişe şarabı, sabahları ve akşamları dolu bir bardak içmesi tavsiye edildi. Hastadan inanılmayacak kadar çok idrar, önceleri bulanık ve sonraları gitgide berraklaşarak gelmeye başladı. Sekiz gün sonra da tam olarak sağlığına kavuştu. "

Kullanım Biçimleri:

Çay hazırlamak: Yarım veya bir tatlı kaşığı dolusu çiçek, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır (Kaynatılmaz), 8-10 dakika demlendikten sonra süzülür.

Banyo katkısı: Tam banyo için dört avuç dolusu, yüz veya saç yıkamak için bir avuç dolusu papatya çayı haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra banyo suyuna eklenir.

Kompresler: Bir bardak kaynar süt, bir yemek kaşığı dolusu çiçeğin üstüne dökülür, demlenmesi için 8-10 dakika beklenir ve posası süzüldükten sonra sıcak sütle kompresler yapılır.

Papatya yağı: Güneşli havada toplanmış çiçekler, bir şişenin içine gevşekçe doldurulur ve üstüne sızma zeytinyağı, çiçekleri örtecek kadar eklenir. Şişe 14 gün boyunca, arada bir çalkalanarak ve kapağı açılarak, güneşte bekletilir. süre sonunda tülbentten süzülür ve koyu renkli şişelerde, serin bir yerde saklanır.

Papatya merhemi: 250g içyağı tavada iyice kızdırılır ve iki avuç dolusu taze çiçek içine eklenir. Tavadakiler köpüklenmeye başlayınca karıştırılır, ağzı kapanarak serin bir yere bırakılır. Ertesi gün yeniden ısıtılır, tülbentten geçirilerek süzülür ve cam veya porselen merhem kaplarına aktarılır. Buzdolabında saklanmalıdır.

Papatya Buğusu: İçinde su kaynayan bir kabın üstüne yerleştirilen süzgecin içine, taze veya kurutulmuş bitkiler konduktan sonra, süzgecin üstü kapanır. Bir süre sonra , yumuşamış olan bu sıcak bitkiler çıkan buhar genize çekilir.

Kaynak

1-"Gesundheit aus der Apotheke Gottes" "Tanrı'nın Eczanesinden Saglık", Maria Treben

2-Türkiye'de Bitkilerle Tedavi, Prof.Dr. Turhan Baytop, I.U Eczacılık Fak.

3-Franz,C. ve Vömel, A.: Ökologischer Vergleich von Kamillenkultivars-Uluslararası Tıbbi Bitkiler Kollogiumu Bildirileri 62, İzmir,1974

Kekik:

Kekik (Thymus serpyllum, Thymus vulgaris) Çimenlik tarla kıyılarında, orman kıyılarında, ve çayırlardaki karınca yuvalarının üstünde yer almaktan hoşlanır. Güneş ve sıcak istediği için, toprak sıcaklığının fazla olduğu kayalık ve dağlık bölgelere çoğalır. Güneşli öğlen sıcaklarında menekşe renkli çiçeklerinden yayılan güzel koku, arıları ve böcekleri kendisine çeker. Kendilerine özgü bir kokuya sahip olan bu çiçekler beni çocukluğumdan beri etkilemiştir. Ülkemizde kekik adı altında Origanum (Mercanköşk türleri) türlerinden elde edilen drogun satışı yapılmaktadır. Gerçek kekik bizim burada bahsettiğimiz ve Avrupa'dan ithal edilen drogdur.

Bileşim : Eterli uçucu yağ; Thymol (%50 civarında), Carvacrol, Borneol, Cymol, Pimen, Tanen ve flavonlar içerir.

Kullanım Alanları: Öncelikle baharat olarak kullanılır. Yağlı ve ağır yemeklerin tadını zenginleştirir., sindirimi kolaylaştırır. Şifalı bitki olarak kekik; öncelikle kramp çözücü, dezenfekte edici ve balgam söktürücü olarak kullanılır. Akciğer ve bronşlar, mide ve bağırsaklar, kekiğin başlıca kullanım alanlarıdır. Bitkinin önemli etken maddesi olan eterli uçucu yağlar kana karışıp, bronşiyal kasları etkileyerek, krampları çözebilir. Aymı zamanda o bölgelerde bakteri oluşumunu önler. Öksürük ve üst solunum yolları iltihabında çay içimi ve gargara biçiminde kullanılmalıdır. Kekik iştah açar ve sindirim sistemini uyarır. Sindirim sisteminde görülen ekşimeler ve kramplı ağrılar bir bardak kekik çayı ile geçiştirilebilir, kötü kokulu ve yumuşak dışkı normalleşir. Boğmaca ve öksürük, sinir sistemi zafiyeti, romatizma ve bağırsak hastalıklarına karşı, çay içiminin yanısıra, kekik banyoları da çok yararlıdır. Güçzüz, zayıf ve solgun çocuklara da kekik banyosu yaptırılabilir. Kekik çayı ile ayrıca adet kanamaları dengelenebilir, adet zamanlarındaki kramplı ağrılar geçiştirilebilir, ergenlik sivilceleri iyileştirilebilir. kekik çayı içimi ve kekikle karıştırılmış bal yenmesiyle organizma güçlendirilebilir ve dengeye kavuşturulabilir. Kekik tentürü friksiyonları ile (ovarak sürme) romatizmal ağrılar, sinirsel rahatsızlıklar ve organ titreklikleri tedavi edilebilir. Sıcak kekik yastıkları ağrılı bölgenin üstüne konularak büyük rahatlıklar sağlanabilir. Bu küçük bitki yastıklarını herkes hazırlayabilir. Kekik, öksürük ve mide rahatsızlıklarına karşı başka bitkilerle karıştırılarak daha da başarılı biçimde kullanılabilir.

Kekik çayı, bedenin değerli organlarını temizler.” Sabahları kahve veya çay yerine bir bardak kekik çayı içen, etkisini kısa sürede fark edecektir: Zeka keskinliği, midede rahatlık, sabah öksürüğüne tutulmamak ve genel bir rahatlık. Kekik, papatya ve civanperçemi, güneşli havada toplanıp, bir kuru bitki yastığı hazırlanır. Bu yastığı uygularken, bir yandan da aynı bitkilerin karışımından hazırlanmış çay içildiğinde, sinirsel yüz ağrıları iyileşir. Eğer aynı zamanda kramp da varsa, kurutulmuş kurtpençesi yastığı uygulamak gerekir. 79 yaşındaki bir çiftçi, 27 yıldır ağır bir sinirsel yüz ağrısı çekmekteydi. Hatta, birkaç kere yüz ameliyatı bile geçirmişti. Bu hastalığa, bir gün sırılsıklam eve geldiğinde, kurulanma olanağı bulamadan yine dışarı çıktığında yakalanmış. Hastalığın son zamanlarında, ağzının bir ucu, büyük ağrılar eşliğinde kulağına kadar çekilmişti. İlk olarak İsveç iksiri kompresleri hafif bir rahatlık sağladı. Ama yukarıda belirtilen bitkiler güneşli havada toplandıktan sonra hazırlanan bitki yastığı uygulandığında,hızla büyük bir düzelme başladı. Sağlığına tam olarak kavuştuktan sonra da bu bitkilerin çayını içmeyi sürdürdü (Referans1). Çocuğum 4 yaşlarında iken geçirmiş olduğu tifo hastalığından sonra bir türlü kendine gelememişti. İki yıl sonra bir gün, tanıdığımız birinin önerdiği kekik banyosunda 20 dakika kaldıktan sonra, banyodan çıkardığım sanki başka bir çocuktu. Sanki bir mantonun düğmesi açılmışçasına, çocuğumun üstündeki tüm hastalıklar sıyrılıverdi ve o günden sonra da gözle görülür bir biçimde güçlenip serpildi (M.Treben :Referans1). Kekik, çiçeklenme zamanı olan haziran- ağustos arasında toplanır ve öğlen sıcağında toplananları en etkili olanlarıdır. Kekik yağı, kötürümlükte, kalp krizlerinde, organ sertleşmesinde (skleroz ), kas erimesinde, romatizmada ve burkulmalarda kullanılabilir. Mide ve dölyatağı kramplarında bitkinin içten ve dıştan kullanılması önerilir. Günde 2 bardak kekik çayı içilmelidir. Dıştan kullanıldığında, bitkilerin sap ve çiçeklerinden hazırlanmış bir kuru bitki yastığı uygulanmalıdır. Yatmadan önce bu yastık sıcak hava ile ısıtılır (kaloriferin üzerine koyarak veya saç kurutma makinası kullanılabilir) ve midenin veya dölyatağının (rahim) üstüne koyulur. Tümörlerde, eziklerde ve eskimiş romatizmalarda da bu yastık önerilir. Solunum yolları hastalıklarında, kekik, sinirliot ile birlikte çok eski zamanlardan beri kullanılmakta olan etkili bir yöntemdir. Balgamlı bronşitlerde, bronşiyal astımda ve hatta boğmacada, kekik ile sinirliot karışımını çayı, limon ve nöbet şekeri ile karıştırılarak, günde 4-5 bardak içilmelidir. Zatürre tehlikesine karşı bu çay saatte 1 yudum içildiğinde etkisini gösterecektir. Çok şükür ki, kekik pek çok kişi tarafından hala anımsanmaktadır. Ama buna karşın, buzdolabından alınan su ve meşrubatların çocuklara içirilmesiyle, onların kronik bronşit hastası olabilecekleri hiç düşünülmüyor. Bu tür hastalıklar, daha sonraki yıllarda en ağır amfizemlere ve soluk alma zorluklarına neden olabiliyor. Kekik'in, alkol bağımlılığına karşı kullanılabileceğini de unutmamak gerekir. Bir avuç dolusu bitki, 1 litre kaynar suda haşlanır ve demlenmesi için 2 dakika beklenir. Çay termosa koyulur ve hastaya 15 dakikada 1 yemek kaşığı içirilir. Sonra mide bulanması, kusma, dışkı ve idrar çıkarma, terleme, yemek ve içmek için duyulan büyük iştah izler. Bu uygulama doğal olarak bir kerede kalmamalı ve gerektiğince yinelenmelidir. Kekik, sara krizlerine karşı da önerilir. Günde 2 bardak içilen bitki çayı yalnızca krizler arasında değil, yıl boyunca, 10 günlük aralarla 2-3 haftalık kürler halinde uygulanmalıdır.

UYARI :

Kekik Çayı, içerisindeki en etkili madde olan eterli uçucu yağın (Thymol) yitirilmemesi için hiçbir zaman kaynatılmaz! Hamilelerin (Düşükleri kolaylaştırır ve bebeğin rahimden çıkmasını çabuklaştırır.) kullanmaması tavsiye edilir. Önerilen dozlar aşılmadığında, bilinen hiçbir yan etkisi yoktur. Fakat kekik yağının içten kullanımında aşırılığa kaçılması, tiroid bezinin işlevini arttırabilir. Bu nedenle guatr hastalarının kekik yağını kullanmaması tavsiye edilmektedir. Kekik çayı içimi ise böyle bir duruma yol açmaz

Kullanım Biçimleri :

Çay hazırlamak : Yarım veya bir tatlı kaşığı kurutulup, ince kıyılmış kekik,orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapatılarak 8-10 dakika demlendirilir ve süzülür. Günde 2-3 bardak yeni demlenmiş olarak, aç karnına veya öğün aralarında, soğutulmadan ve yudumlanarak içilir.

Kekik Banyosu: 70-100 gr kurutulmuş kekik bir tülbentin içine gevşekçe bağlanarak 2-3 litre soğuk suya eklenir. Kaynama derecesine kadar ısıtıldıktan sonra (kaynatılmaz), üstü kapalı olarak 15 dakika demlendirilir. Tülbentteki posa iyice sıkıldıktan sonra sıcak banyo suyuna (Küvet) eklenir. Banyo suyu sıcaklığı 37-38 derece arasında olmalıdır ve banyo süresi 15-20 dakikayı aşmamalıdır. Bu süre boyunca küvet içerisinde oturularak yapılan banyodan sonra üşütülmemeli ve bir bornoza sarılınarak yatakta bir süre dinlenilmelidir.

Kekik Tentürü : Öğlen güneşinde toplanmış ve ince kıyılmış çiçekli dallar, gevşekçe, bir şişenin boğazına kadar doldurulur, üstüne 35-40 derecelik kolonya, bitkilerin üstüne çıkana kadar eklenir.14 gün boyunca, arada bir çalkalanarak, güneşli ve sıcak bir ortamda bekletilir, sonra tülbentten geçirilerek süzülür. Koyu renkli şişelerde, serin bir ortamda saklanmalıdır.

Bitki yastığı: Öğlen güneşinde toplanıp kurutulmuş çiçekli dallar, ince kıyılarak keten bezinden yapılmış bir yastığa doldurulur ve ağzı dikilir.yatmadan önce sıcak, kuru hava ile (Örnek : Kaloriferin üzerinde veya saç kurutma makinası kullanılabilir) ısıtılır ve hasta organın üstüne koyulur.

Kekik Yağı: Aynı tentür işlemi gibidir, sızma zeytinyağı kullanılır. Bir şişenin içine doldurulan çiçeklerin üstüne sızma zeytin yağı eklenerek, 10 gün güneşte bekletilir ve kullanılacak kadarı süzülür.

Karışım: Öksürüğe karşı, 2 ölçü kekik, 1 ölçü sinirliot, 1 ölçü ezilmiş anason iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı bitki "Çay Hazırlamak" başlığı altında belirtildiği şekilde demlenir ve balla tatlandırılarak, küçük yudumlarla içilir.

Kaynak:

1-"Gesundheit aus der Apotheke Gottes" "Tanrı'nın Eczanesinden Saglık", Maria Treben

2-Türkiye'de Bitkilerle Tedavi, Prof.Dr. Turhan Baytop, I.U Eczacılık Fak.

3-"Bir Yudum Sağlık", N.Eröztürk,Anahtar yayınları,İstanbul,200

Zeytinyağının Türleri:

1-Riviera zeytinyağı: Rafine ve Naturel z.yağının belli oranda karışımı ile elde edilir. Özellikle yemek ve kızartmalarda tercih dedilir. Asit oranı en fazla %1'dir.

2-Rafine zeytinyağı: Zeytinyağı asit oranı yüksek olduğundan rafine edilmesi gerekir. Fiziksel rafine işlemi sonrasında elde rafine zeytinyağı hemen hemen sıfır asit oranına sahiptir. Rafine yada Light z.yağı daha çok z.yağının kuvvetli lezzetine alışık olmayan kimseler tarafından tüketilir.

3-Naturel zeytinyağı: Sızma ve naturel olarak ikiye ayrılır. Sızma zeytinyağının asit oranı en fazla %1'dir. Zeytinyağı içinde en makbulü sızmadır. Çiğ olarak salata ve soslarda tüketilir. Naturel zeytiyağı yada extra extra zeytinyağında asit oranı %1-2 arasındadır.

*Yine zeytinin şekerinden, zeytin çiçeği kolonyasından, zeytin salatasından, sabunlarına kadar birçok ürünü devardır.

*Bugün dünyanın en önemli kanser ilacı köpek balığı kıkırdağıdır. Köpekbalığından çikan sgualene adlı madde sızma zeytinyağında bol miktarda bulunur Günde 100 cl . zeytinyağı tüketimiyle köpekbalığı kıkırdağından alınacak kadar sgualene alınır. Zeytinyağı kanser riskini % 50'ye yakın azaltmaktadır

* Zeytinyağı hücreleri korur. Zeytinyağının içinde bulunan Oleiprine adlı madde sayesinde hücreler yenilerek kansere karşı hücreleri korur.

*Zeytin yağı üretim aşamasında ısıyla temas etmemesi gerekiyor. Bu nedenle sağlıklısı Riveriya değil, Sızma olanıdır. Aslında en doğrusu, kokusuna alışıp mümkün olduğunca az veya hiç rafine edilmemişi kullanmaktır.

*Zeytin ağacının dalları, yaprakları ve reçinesi olduğu kadar, yağıda yıllardır ilaçların bileşimlerinde yer alan doğal maddelerden birisidir, doğal bir ilaçtır.

*Yiyeceğin yanısıra merhem olarak da kullanılan zeytinyağı; tahrişin neden olduğu acı ile yanmayı giderici ve yumuşatıcı özellikleri olan losyondurda

*Zeytinyağı, derinin foliküllerine penetre olabildiği için, gerek internal gerekse eksternal dokuların yara veya iritasyonunda ve enfeksiyonlara karşı faydalıdır.

*Sindirim sistemini etkiler; ister soğuk olsun, ister sıcak olsun zeytinyağı mideyi çepeçevre koruyucu bir tabakayla sararak mide asitini azaltır. Yemek öncesi veya sonrası alınan bir kaşık zeytinyağı, mide zarını örtüp alkolün işlemesini önleyeceği gibi, karışık içkilerin yol açtığı sarhoşluğuda azaltır.

*Gastrit ve ülsere karşı korumada etkin yardım sağlar. Hazmı en kolay olan zeytinyağı besinlerin bağırsaklar tarafından çok daha iyi emilmesini sağlayarak bağırsakların çalışmasını düzenler.

Isıtılmış olsun yada olmasın zeytinyağı gastrik asiditeyi azaltabilmektedir. Tahriş giderici etkileri ülsere karşı koruma sağlar. Bağırsaklardan yiyecek geçişini kolaylaştırmak suretiyle konstipasyona engel olur.

*Zeytinyağı safra kesesinin kontraksiyonlarını (kasılma) ve safra salgılanmasını uyararak safra taşı oluşum riskini azaltır, hazmı kolaylaştırır. Dalakta taş oluşumunu önler. Sarılığa ve karaciğer sancılarına iyi gelir.

Oruç tutanlar, sahurda bir çorba kaşığı zeytinyağı içerse safra kesesi ve barsakları rahatlatacaktır.

*Sabah kahvaltıdan önce alınan 1 veya 2 çorba kaşığı zeytinyağı -basit kronik kabızlığa - iyi gelir (daha iyi netice için suyla karıştırılabilir). Basur şikayetlerini giderir; sıcak olarak içilir.

*Anne sütündede bulunan E vitamini ve oleik asit içeriği ile zeytinyağı, normal kemik gelişimine katkıda bulunur. Anne karnında ve doğumdan sonra bebeğin beyninin olduğu kadar, genel olarak sinir sisteminin gelişimini de desteklediğinden, gebe ve emziren annelere özellikle yararlıdır.

*Zeytinyağı yaşlanmanın, hem genel olarak doku ve organlar, hemde beyin fonksiyonları üzerinde ki etkilerini geciktirmektedir.

*Yüksek tansiyonu düşürür; yaprakları ve dallarından çay yapılır. Taze yada kuru zeytin yaprağını 300 gr. suda 15 dakika kaynatıp, süzdükten sonra şeker ilave edrek 15 gün boyunca her sabah akşam sıcak içmek faydalıdır.

*Kan şekeri seviyesinin düşmesine yardım eder

*Ağrı, romatizma, burkulma ve adale incelmelerinde; zeytinyağı sürülür veya 200 gr taze çiçek ve yaprak, 100 gr sarı papatya ile 1 kg zeytinyağını arada sırada karıştırarak iki saat 'benmari' içinde kaynattıktan sonra içindekileri süzüp ağrı veren yerler ovulur. Kapalı yanıklarda zeytinyağı sürülerek kullanılır.

*Kötü kolesterol LDL'yi azaltırken, iyi kolesterol HDL'yi artırır.(Yüksek LDL kolesterolü seviyesine bağlı olarak yükselen kolesterol seviyesinin aterosklerotik kalp hastalığında nedensel rol oynadığı kuşkusuzdur.Epidemiyolojik veriler koroner kalp hastalığı vakalarındaki düşüşün total veya LDL kolesteroldeki düşüş ile beraber olduğunu göstermektedir.)

*Diyetle alınan doymuş yağ asitlerinin (DYA) total kolesterol seviyesini yükseltettiği iyi bilinmektedir. DYA ile tetiklenen kolesterol yüksekliği çoğunlukla LDL kolesterolündeki yüksekliğe bağlıdır. DYA ve hayvansal yağdan zengin diyetler HDL kolesterolü ve apo A-1 de de yükselmeye yol açar.

*Yüksek karbonhidratlı ve düşük yağlı diyet tüketen toplumlarda düşük HDL kolesterol ile düşük LDL kolesterolün birlikte bulunması koroner riski artırmazken, yüksek DYA içeren diyete bağlı olarak LDL'nin yükseldiği toplumlarda daha yüksek HDL seviyesine rağmen koroner riski yüksektir.Yüksek hayvansal yağ içeren diyetlerin LDL- HDL oranını, düşük yağ içeren veya çoklu doymamış yağ asitinden (ÇDYA) zengin diyetlere kıyasla daha fazla yükselttiği görülmüştür.

Laurik, miristik ve palmitik asit birlikte tüm DYA ların başında gelirken, mistrik asit tereyağında, hurma çekirdeğinin yağında, hindistan cevizinin yağında bulunmaktadır.Son ikisi aynı zamanda çok yüksek oranlarda laurik asitte içerirler.Bu üç yağdan hangisinin kolesterol yükseltme potansiyelinin en fazla olduğu hala tartışma konusudur. Her üçününde LDL kolesterolünü yükselttiği yapılan çalışmalarda gözlenmiştir.

DYA yerine linoleik asit konulduğunda total kolesterolde düşüşe neden olmaktadır.

Diyetteki başlıca tekli doymamış yağ asidi oleik asittir.Oleik asit zeytinyağında hakim olan yağ asididir.

Düşük yağlı, yüksek karbonhidratlı diyetler total ve LDL kolesterol konsantrasyonlarını anlamlı olarak düşürürken aynı zamanda kesinlikle HDL seviyesinde de düşüşe neden olur.

Zeytinyağı sağlıklı lipid düşürücü diyete yararlı katkıda bulunur.

*Kalp dostu;zeytinyağı hayvansal yağların tersine kandaki kolesterol miktarını ve dolayısıyla kalp krizi riskini azaltır. Kan plateletlerinin toplanmasına engel olarak kan pıhtılaşması riskini de yok eder.

*İçerdiği linoleik asit yüzdesi nedeniyle anne sütüne benzeyen zeytinyağı, inek sütüne katıldığında anne sütüne yakın değer elde edilir. Sütü kesilen anneler yağsız inek sütüne biraz zeytinyağı katıp bebeğe verilebilir.

*Günde birkaç damla zeytinyağı bebeğin gelişimine büyük katkı sağlar.

*İçerdiği E, A, K vitaminleri ile her yaştaki çocuğun gerekli ihtiyacına yanıt verir. Bu vitaminler kemiklerin doğal gelişimine ve mineralleşmeye yardımcı olup, güçlenmesini hızlandırır. Her yaştaki insan için yararlıdır.

*Böbreklerin ıslahında, taşları düşürmede, bağırsak kurtlarını düşürmede, karın ağrısında sıcak su ile içilmesi iyi gelir.

*Çocukları raşitizmden korur. Siyatik, mafsal ağrılarına iyi gelir; zeytinyağı tortusu sürülür.

*Ağızda çalkalandığında ,dişlerin beyaz olmasını sağlar,diş etlerini korur, diş çürümelerini önler.

*Zeytinyağı sağlık ve güzellik kaynağıdır. Cilde ve saçlara çok faydalıdır. Cildi besler, korur ve yumuşatır

*Saçları dökülenlere; 1 yumurta sarısı ve zeytinyağı karışımını saç diplerine sürerek 1 saat bekletilip daha sonra yıkanması, arada bir tekrarlanması gerekir.

 

Düzenli egzersizlerin ruh ve beden sağlığı üzerine olumlu etkilerinin bilimsel araştırmalar ile belgelenmesinden sonra spor her yaştaki insan için önerilmeye başlamıştır. ABD ve Kanada'da “Physical Fitness”, Almanya'da “Trim Dich” ve pek çok ülkede de “Sports for all” ya da ”Sports pour tout” gibi isimlerle tanıtılan spor uygulamaları geniş halk kitlelerine hızla yayılmaktadır(1, 171). Bir yandan teknolojik gelişmelerin insan yaşamına kazandırdığı kolaylıklar nedeniyle giderek daha az hareket ediyor olması, bir yandan da hızlı ve düzensiz kentleşmenin yol açtığı gürültülü, kirli ve sıkıntılı yaşam koşulları çeşitli hastalıklara zemin oluşturmaktadır. Sağlıklı bir topluma kavuşmak ise bireylerin fiziki, ruhi ve ekonomik yönden huzurlu olmalarına bağlıdır.

Nüfusumuzun büyük bir bölümü sıkıntı ve öfke içindedir. Böyle bir ortamda sporun önemi daha da artıyor. Sporun gerçek amacı ve toplumsal işlevi, bir bakıma halkı sıkıntıdan arındırmak olduğuna göre eldeki olanaklar hemen değerlendirilmelidir. Bu zorunluluk salt spor açısından değil sağlık, kalkınma ve iş veriminin arttırılması bakımından da önemlidir. Kitlelerin ruhsal ve bedensel sağlık yönünden, spordan yararlanabilmeleri için geniş kapsamlı organizelere geçilmelidir. Toplu spor ya da sporu da içeren eğlenceler, topluma canlılık ve heyecan getirecektir. Ayrıca halkın değer yargıları değişecek, moral gücü artacaktır. Morali yüksek bir toplumun ise gelişmesi, çağdaşlaşması daha da hızlanır (2, 15). Modern monoton günlük yaşamdaki tek düzelik aynı zamanda bireyin yaratıcılığını da sınırlamakta ve giderek kişinin kendine yabancılaşmasına yol açmaktadır. İşte kitle sporu, sağlık için spor, herkes için spor boş zaman sporu gibi uygulamalar, insanın yeniden mutlu olması, kendini seven sağlıklı bir yaşama kavuşması amacıyla gündeme gelmiştir.

Kitle sporunun, özellikle daha sağlıklı olma ve daha sağlıklı geleceklere ulaşma, üretimi arttırma ve performans sporcu sayısını yükseltme şeklinde üç temel öğe üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. Sporun gerilimi azaltıcı özelliğinden faydalanılarak rutin işlerde çalışanlara spor yaptırarak üretimdeki kalitenin yükseltilmesine ve üretimin artmasına katkıda bulunulmaktadır. Günümüzde tüm dünyada yaygın olarak sporun bu özelliği kullanılmaktadır. Pek çok sanayi kuruluşu ve işletme küçük dahi olsa spor tesisleri kurarak çalışanlarına spor yaptırmak için çaba sarf etmektedir (3, 115). Ülkemizde de 500 kişiden fazla eleman çalıştıran kuruluşların spor ortamı hazırlama zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak bu ortamların hazırlanması yeterli olmamaktadır. Spor henüz günlük yaşamınızın bir parçası olmadığı için çalışanlar, iyi düzenlenmiş motive edici organizasyonlar yapılmadıkça kendiliklerinden bu tesislerden yararlanmamaktadır.

Kitle sporunun yayılması ya da kitle sporu yapan insan sayısının artmasında performans sporunun oldukça önemli bir yeri vardır. Tek tek bireyler performans sporuna özenirler, kısa bir süre için de olsa kendi içlerinden acaba ben de “Bir Numara olabilir miyim ?” duygusunu geçirdiklerini söyleyebiliriz. Aynı şekilde okul sporunda genç, performansını sergileyerek başarabilme umut ve coşkusunu yaşar (4, 60). Bunlar bize kitle sporunun, sporun diğer yapılış biçimleriyle özellikle de performans sporuyla iç içe olduğunu göstermektedir. Sağlık amaçlı ve daha iyi bir fiziksel görünüm kazanmak amacıyla spora başlayan birey bir süre sonra kendi performansının sınırlarını görmek isteyecektir. Kendi potansiyelini yakalamak isteyecektir (3, 116). Küçükten büyüğe çok sayıda insanın sporun içinde olması daha çok sayıda elit sporcu yetişmesini de sağlar. Kitle sporunun yararına inanarak tüm ülke çapında bu tür tanıtım ve uygulamaların hayata geçirilmesi, herkese spor yapma olanağının verilmesi hem daha sağlıklı bir toplum hem de daha çok sayıda performans sporcusu ortaya çıkaracaktır. Sadece İstanbul ilimiz kadar nüfusa sahip olan bazı ülkelerden pek çok branşta daha düşük dereceler elde etmemizin sebebini, Türkiye’de büyük çoğunluğun spor yapma olanağından ve bilincinden yoksun olmasıyla açıklamak hiç de yanlış olmayacaktır.

       İlk Yardım

Herhangi bir kaza veya hayatı tehlikeye düşüren bir durum karşısında sağlık personelinin yardımı sağlanıncaya kadar hayatın kurtarılması yada durumun daha kötüye gitmesini önlemek amacıyla ilaçsız olarak yapılan uygulamalara ilkyardım denir.

İlkyardımcı kişiler aldıkları eğitimlerle sağlık mesleğine mensup kişilerin yetki ve sorumluluklarını kazanmadıklarını bilmelidirler. İlkyardım eğitimi kişilere sağlık personelinin yetkisinde bulunan bazı uygulamaları yapabilme yetkisi vermeyecektir.


İlkyardımcı uygulamalarda kesin karar verme yetkisinin sağlık personelinde olduğunu bilmelidir. Onun yardımcısı durumunda hareket etmeli ve tartışmamalıdır. Hasta en yakındaki sağlık kuruluşuna götürülmeli uzak hastanelere götürülmeye çalışılmamalıdır.

İlkyardım yapan kişinin özellikleri:

Sakin olmalıdır, telaşa kapılmamalıdır. Hasta ile onu rahatlatacak tonda konuşmalıdır. Hiçbir zaman kendi can güvenliğini tehlikeye atmamalıdır. Kendi can güvenliğini aldıktan sonra müdahale etmelidir. Çevrede bulunanları organize etmeli (polis, itfaiye, ambulans çağırma konusunda) Hastaya müdahalede önem sırasını iyi bilmeli örneğin nefes almayan bir hastanın ayağında kanayan bir yara ile uğraşmamalıdır.

İlkyardım ilkeleri ve öncelikler:

Öncelikli amaç yaralı kişinin hayatının korunması ve mevcut sağlık durumunun daha kötüleşmesini önlemektir. Kanaması olan bir hastanın kan kaybı devam ettikçe mevcut durumu da kötüleşecektir. Kanama durdurulursa mevcut durum korunmuş olur ve sıra iyileşmeyi kolaylaştırıcı önlemlere gelir. Örneğin yara su ve sabunla yıkanır ise enfeksiyon oluşma riski azalır ve iyileşme hızlanmış olur.

Hastanın boynunu sıkan kravat düğme vs. gibi şeyler gevşetilir. Solunum kontrol edilir. Durmuş ise yapay solunum yapılır. Hastanın kalbi kontrol edilir. Eğer kalp atımı yok ise gecikmeden kalp masajı uygulanır. Kanama kontrolü yapılır kanama varsa daha sonra anlatılacak olan tekniklerle durdurulur.

Çevredekilerin hastanın başına toplanıp onu huzursuz edecek biçimde konuşmaları engellenir. Kazazede kendine gelse, kendini iyi hissetse bile durumundan emin olunmadan ayağa kalkmasına izin verilmemelidir. Bilici kapalı hastalara ağızdan hiçbir yiyecek yada içecek verilmez. Hastanın üzerine bir battaniye örtülerek ısıtılması gereklidir. Kaza ortam koşullarına bağlı ise hemen ortamdan uzaklaştırılmalıdır (örneğin gaz zehirlenmesi) ancak böyle bir neden yoksa hastanın yerinden kıpırdatılmaması esastır. Kırık varsa kırık bölgesi hareketsiz bırakılır. Şok var ise şokla savaşılır. Bilinci açık ise sakinleştirilir. Hastanın ağzında toz toprak kırık diş vs. olabileceği akla getirilmeli ve temizlenmelidir. Hastaya turnike uygulanmış ise bu bildirilmelidir. İlkyardımcının kaza yerinde kalmasını gerektirecek bir neden yoksa hastaneye kadar yaralı ile birlikte gitmelidir.


İlkyardımın A B C si:
A: Hava yolunun açılması
B: Solunumun düzenlenmesi
C: Dolaşımın sağlanması
Hastaya saplanmış herhangi bir şey varsa bunlar çıkartılmaz.çıkartılmaya çalışılırsa hasta ölebilir. Ameliyatla hastanede çıkartılır. Mümkünse kesilir veya sökülür. Elbiselerin çıkartılmasında hırpalayıcı hareketlerden kaçınılmalıdır. Önce sağlam kol ve bacak çıkartılır. Hırpalanma olacaksa kesilip çıkartılmalıdır. Yanık olan bölgelerde elbiseler kesinlikle sıyrılmamalı kesilip çıkartılmalıdır.
Hastanın veya ilkyardımcının hayatını tehdit eden bir durum yoksa hastanın durumu kontrol altında değilse hareket ettirilmemelidir taşımaya en elverişi araç sedyedir.


Bilinç Kaybı ve Koma:

Bilinç kapalı kişilerde 5 duyu ile algılama ortadan kalkar. İleri derecede komada ise ağrılı uyaranlara cevap veremez.bilinci kapalı kişiler.
1- Yardım isteyemez.
2- Dikkatli değerlendirilemez ise ölü sanılabilirler.
3- Nedene yönelin tahmin hayat kurtarabilir.
4- Kolayca zarar görebilirler.
5- Solunum yolu tıkanmış olabilir.
6- Hasta kusabilir kusmuk solunum yollarına kaçabilir.
7- Refleksler ortadan kalkmıştır.
En ileri bilinç kaybına koma denir. Çeşitli nedenlerle oluşabilir. İlk olarak hava yolu açılır. Soluk alıyor ise koma duruşuna getirilir. Soluk almıyor ise yapay solunum başlanır. Nabız kontrol edilir. Kalp durmuş ise yapay solunumla birlikte kalp masajı ile birlikte yapay solum devam ettirilir. Kalp ve solunum geri döndükten sonra koma duruşuna getirilerek hastaneye nakledilir.

Kafa travmalarına bağlı komalar:

Beyin sarsıntısı, zedelenme, kanama koma nedeni olabilir. Kaza sonrası kulaktan veya burundan kan veya beyaz bir sıvı gelmesi kırık riskini ve ileri derecede beyin sarsıntısını gösterir. Kafa travmasına uğrayan kişinin muayenesi normal olsa bile 24 saat süre ile yalnız kalmamalıdır. Derin uykuya dalar ve uyanmazsa, fışkırır tarzda kusarsa en yakın hastaneye götürülmelidir. Bu süre içinde ağrı kesici ve uyku ilacı verilmemelidir.

Ölüm:

Çevre ile anlamlı iletişim kurma yeteneği kaybolur. Bilinç kaybı ve hava yolu tıkanıklığı bunu izler dil kökü geriye kayarak soluk borusunun ağzını kapatır. Daha sonra solunum durur. Solunum ile sağlanan oksijenin kesilmesinin 1-2 dk ardından kalpte durur. Kalbin durmasına klinik ölüm denir. Kalbin durması ile bütün hücrelere oksijen gitmesi engellenir. Oksijensizliğe en duyarlı hücreler beyin hücreleridir. 4-6 dk sonra beyinde geri dönüşü olmayan doku ölümü olur. Beyin hücreleri öldükten sonra kalp çalışacak olursa kişi bitkisel hayata girer. Soğukta beyin ölümü gecikebilir. İlkyardımcı kişinin ölüp ölmediğini değerlendirmelidir. Nabız alınmıyorsa (boyundan, bilekten, kasıktan) kulak göğse dayanıp dinlendiğinde ses duyulmuyorsa. Soluk almıyorsa, gözler mat bulanık ve kaymış durumda ise her iki gözbebeği de ileri derecede genişlemişse vücut gittikçe soğuyorsa ölmüş demektir.


Görüldüğünden daha önemli olan durumlar:
Bilinç kaybı
İç kanama olasılığı kuşkusu
Püskürür tarzda kusma kafaya darbe geldikten sonra veya darbe ile birlikte bilinç kaybı olması.
Delici yaralar
Eklemlere yakın yaralanmalar
Kırık olasılığı
Göz yaralanmaları
Elektirik çarpması

İslamiyetten önce türk Devletleri

Türklerin Anayurdu:

   Türklerin tarih sahnesine çıkışları Orta Asya'dır. Orta Asya'nın sınırları; Doğuda Kingan Dağları,Batıda Hazar Denizi, Güneyde Himalaya Dağları, Kuzeyde Sibirya'dır.

Göçlerin Sebepleri:

1)- Nüfus artışı ve toprakların yetersiz kalışı,

2)- Olumsuz iklim şartları(Kuraklık, şiddetli kışlar)

3)- Kendi aralarında ve diğer kavimlerle olan mücadeleler

4)- Salgın hastalıklar

5)- Türklerin Cihan hakimiyeti düşüncesi(Güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar her yeri fethetme arzusu)

 

 Göç Yönleri:

  Kuzeye Gidenler; Sibirya'ya

  Doğuya Gidenler; Çin ve Uzakdoğu ülkelerine

  Güneye Gidenler; Hindistan, Afganistan ve Çin'e

  Batıya Gidenler; İki yol izlememişlerdir. Bir kısmı Hazar  Denizinin kuzeyinden Karadeniz'in

                             kuzeyine ve Avrupa'ya; Diğer kısmı ise Hazar Denizinin güneyinden İran,

                             Irak, Suriye, Mısır ve  Anadolu'ya göç etmişlerdir.

 

 Göçlerin Sonuçları:

   1)- Orta Asya kültür ve Medeniyeti dünyanın değişik bölgelerine taşınmıştır.

   2)- Göç etmeyip, Orta Asya'da kalan Türkler, ilk Türk Devleti olan "Asya Hun Devleti" ni

         kurmuşlardır.

   3)- Göç eden Türk boyları gittikleri yerlerde yeni Türk Devletleri kurarlarken, oralardaki bazı

         devletleri de yıktılar

 Türk Adının Anlamı Ve Kökeni:

  1)- Ziya Gökalp'e göre; Töre kelimesinden gelir. Buna göre Türk demek "Türeli=Nizamlı,geleneklerine bağlı" demektir.

  2)- Danimarkalı Bilgin WAMBERY'e göre Türemekten(Türük) gelir.  Buna göre Türk demek TÜREMİŞ,ÇOĞALMIŞ demektir.

  3)- Kaşgarlı Mahmut'un "Divan-ı Lügatıt Türk" adlı eserinde Türk demek "OLGUNLUK ÇAĞI" demektir.

  4)- Genel olarak Türk demek, GÜÇLÜ,KUVVETLİ manasında kabul edili 

Asya Hun Devleti (Büyük Hun Devleti) (MÖ. 220-MS.300)

* Kurulduğu tarih kesin olarak bilinmemektedir. Tarihte bilinen İlk Türk Devleti'dir.

* Bilinen ilk hükümdarı TUMAN (Teoman)'dır. Teoman'dan sonra yerine oğlu METE HAN geçmiştir.

* Asya Hun devleti METE HAN zamanında en geniş sınırlarına ulaşmıştır.

* Çinliler Türk akınlarına karşı koymak için ÇİN SEDDİ'ni yaptılar.

 

Not: Tari hte ilk defa bütün Türkleri tek bayrak altında toplayan Türk Devleti Asya Hun devletidir.

   * Büyük Hun Devleti VERASET SİSTEMİ ve ÇİN SİYASETİ nedeniyle Doğu ve Batı Hun Devleti diye ikiye ayrıldı.

       Batı Hunları ARAL GÖLÜ civarına göç etmek zorunda kaldılar.  Doğu Hunları ise Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrıldı. Ve daha sonra Çinliler tarafından ortadan kaldırıldı

 Türklerde Veraset Sistemi Nasıldı?

   Türklerde devlet hükümdar ailesinin ortak malı sayılırdı. Ve ülke hükümdarın sağlığında oğulları

arasında paylaştırılırdı. Her prensin(TEKİN) hükümdar olma hakkı vardı

   Not: Bu anlayış Türk devletlerinde sık sık taht  kavgalarının çıkmasına ve Türk devletlerinin 

           parçalanmasına sebep olmuştur.               

 

Türklere Karşı Çin Siyaseti (Politikası) Nasıldı?

 Çin bozkır göçebe hayatı yaşayan ve savaşçılıkları gelişmiş olan Türk Ordusu karşısında çaresiz

kalıyordu. Hatta Türk Akınlarını durdurmak için Çin Seddi'ni yaptırmıştı. Buna rağmen Türkleri

durduramamıştı. Bu durum karşısında çaresiz kalan Çin şu siyaseti takip etti:

 1- Çin prenslerini Hun Hakanlarıyla evlendirerek, prensesin yanında Hun sarayına çok sayıda hizmetkar gönderdiler. Bu hizmetkarlar casusluk faaliyetinde bulunarak,Türkler hakkında bilgi topladılar.

 2- Türk Beylerine hediyeler göndererek, onları kendilerine bağlamaya ve ekonomik olarak Çin'e bağımlı yaşamaya alıştırdılar.

 3- Hediyeleri ve ekonomik yardımları birden keserek, Türkleri itaat altına almaya çalıştılar.

 4- Türk Beylerini birbirlerine karşı kışkırtarak, Türk devletinin parçalanmasını sağladılar.

Örnek:

  Bu konuda en iyi örneklerden biri, Asya Hun Devleti'nin Batı ve Doğu Hun Devleti diye ikiye ayrılması olayıdır.

  Bu dönemde Hun Devletinin başına geçen HUANYEH, Çin'in ekonomik yardımları kesmesi üzerine, kurultayı   toplayarak, Çin'e bağlanmayı teklif etti.  Ancak kardeşi ÇİÇİ "Bağımsızlığımız herşeyden önce gelir." diyerek, Huanyeh'e karşı çıktı. Böylece Hunlar ikiye ayrıldı. Çin ile birleşen Huanyeh, kardeşi Batı Hun Hakanı Çiçi üzerine giderek, Batı Hun Devletini ortadan kaldırdı.  Batı Hun Halkı Aral gölü çevresine göç etmek zorunda kald

           Avrupa (Batı) Hunları Ve Kavimler Göçü

Kavimler Göçü (375):

   Çiçi'ye bağlı Batı Hunları Çin'in ve Doğu Hunları'nın baskısıyla Aral Gölü civarına göç etmişlerdi.

Burada 200 sene hayatlarını sürdüren Batı Hunlarının nüfusları arttı.  Toprakları yetersiz kalmaya

başladı. Ve başka Türk Boylarının katılmasıyla güçlendiler.  MS. 374 yılında VOLGA (İTİL) nehrini aşarak Batı'ya (Avrupa'ya) doğru ilerlemeye başladılar. Türklerin bu ilerlemeleri karşısında önlerinde bulunan Vizigot, Ostrogot, Vandal, Sakson, Frank, Germen gibi bir çok kavim hareketlenerek Türklerden kaçmaya başladılar.

   Böylece Batı Hun Türklerinin, sebep olduğu bu olaya tarihte KAVİMLER GÖÇÜ adı verilir.(375

Kavimler Göçünün Sonuçları:

  1)- Roma İmparatorluğu; Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu olmak üzere ikiye ayrıldı.(395). Batı Roma  İmparatorluğu 476 yılında bu Germen kavimleri tarafından yıkıldı.

  2)- Avrupa'nın ETNİK yapısı değişti. (Germen kavimlerinin Avrupa'daki yerli kavimlerle karışması

        sonucu yeni milletler ortaya çıktı.)

  3)- Türkler Avrupa'da BATI HUN DEVLETİ'ni(AVRUPA HUN) kurdular.

  4)- İngiltere, Fransa gibi Avrupa devletlerinin temeli atıldı.

  5)- Avrupa'da FEODALİTE (DEREBEYLİK) rejimi ortaya çıktı.

  6)- İlk çağ kapandı, Ortaçağ başladı

               Avrupa Hun (Batı Hun) Devleti

   Kavimler göçünü başlatan Batı Hunları tarafından kurulmuştur. İlk hükümdarları BALAMİR, en önemli hükümdarları ATTİLA'dır.

              Not: Anadolu'ya ilk Türk akınları Avrupa Hunları  tarafından yapılmıştır.                    

 

  Uldız’ın Roma Siyaseti: Balamirden sonra Batı Hunlarının başına geçen Uldız, Roma İmparatorluğuna    karşı akılcı bir siyaset izlemiştir. Hunların düşmanları Germen Kavimleri ile savaştığından, Batı    Roma İmparatorluğu ile  iyi geçinmiş, Doğu Roma'yı(Bizans) ise baskı altına almaya çalışmıştır.

Attila Dönemi Attila başlangıçta ULDIZ'ın siyasetini takip etmiş ve Bizans'ı baskı altına almak üzere Balkan seferleri düzenlemiştir. Bizans'ı MARGUS ve ANATOLYUS antlaşmaları ile ağır ve vergilere bağlamıştır. Bizans'ı dize getiren Atilla daha sonra Batı Roma üzerine yönelmiştir. Attilla’nın Batı Roma Seferleri:

 

      1)- Galya Seferi: Batı Roma Ordusuyla KATALON savaşını yaptı. Kesin sonuç alınamadı.(451)

      2)- İtalya Seferi: Bir yıl sonra 452'de Attila ikinci sefere çıktı. Bu defa Roma ordusu Attila'nın

          karşısına çıkmaya cesaret edemedi.  Romalılar Papayı Attila'ya elçi olarak gönderdiler.

          Papayla görüşen Attila Roma'ya girmekten vazgeçerek geri döndü.

 

  Attila'nın ölümünden sonra Avrupa Hun Devleti eski gücünü koruyamayarak dağıldı.

 

                     I. Göktürk Devleti

552 yılında BUMİN KAĞAN tarafından Orta Asya'daki AVAR hakimiyetine son verilerek kuruldu. Başkenti ÖTÜGEN'dir. Bumin KAĞAN kardeşi İSTEMİ YABGU'yu ülkenin batı topraklarına gönderdi.

 İstemi Yabgunun Batı Siyeseti: İstemi Yabgu İpek yolunu kontrol etmek amacıyla AKHUNLARA karşı İran'daki SASANİ devletiyle işbirliği yaptı. Bu işbirliği sonucu Akhun Devletinin toprakları Sasaniler ve Göktürkler tarafından paylaşıldı. İstemi Yabgu; bu defa Sasanilere karşı BİZANS ile işbirliği yaparak, Sasani devletinin zayıflamasını sağladı.

 

 

  Ordularının Sasanileri yenmesini kolaylaştırmıştır.  

 Göktürk Devleti’nin İkiye ayrılması ve Yıkılması:

     Bumin Kağan'dan sonra yerine sırasıyla oğlu Ko-Lo, Mukan(En parlak devir), Tapo ve İşbara geçti. Bu süre içinde Batı Yabgusu İstemi Yabgu daima doğudaki hakana bağlı kaldı.  Ancak İstemi Yabgu'nun ölümünden sonra yerine geçen oğlu TARDU aynı itaati göstermedi. Çin'in kışkırması ile I. Göktürk Devleti Batı ve Doğu Göktürk Devleti olarak ikiye ayrıldı.  Her ikisine de daha sonra Çinliler son verdi.


NOT=KAYNAK BİLGİLER
WWW.SAVUNMASANATİ.COM SİTESİNDEN ALİNMİŞTİR





 
Bugün 18 ziyaretçi (19 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol